29 Ekim günü akşamı Çankaya Köşkü’nde Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda Nezihe Araz’la karşılaşınca, merhabalaşmanın ardından hemen bir sitemde bulundu. “Ben sana kırgınım Akengin” diyordu. Şaşırmıştım. Nlattı. Atatürk ve Latife Hanımla ilgili kitabını bana gönderdiğini ve ilgisiz kaldığımı söylüyordu. Evet o kitabın o yıl yayınlandığını biliyordum ama elime geçmemişti. Nezihe Araz İLESAM’ın ilk üyelerindendi. Kuruluşun başkanı olmam dolayısıyla da sitemi daha bir haklılık kazanıyordu.
Sohbetimiz sürerken, eserinin elime geçmemiş olduğuna inandırmıştım. “İyi ki karşılaştık, yoksa senin için düşüneceklerim değişmeye başlamşıştı...” deyince ben de ekledim: Yani benim de Erbakan’ın “Adil Düzen” rüzgarına kapılmış olabileceğimi düşünecektiniz dedim. O da “Evet öyle” cevabını verdi.
Kokteyl salonunda siyaset seçim odaklı konuşmalarımızın bir yerinde Nezihe Araz, “Sana yemin ederim İsmet Paşa benim evimde namaz kılmıştır” deyince, “Yemine gerek yok Nezihe Hanım, öyle diyorsanız öyledir. Sizin ailece İnönü’ye yakınlığınızı biliyoruz. Aama ben de düşünüyorum ki eğer İsmet Paşa bir defa da Hacıbayram Camii’nde namaz kılmış olsaydı, biraz önce yakındığınız Erbakan’a bu kadar sermaye kalmazdı...” dedim. Nezihe Hanım, dinin siyaset konusu yapılmaması hususunda İnönü’nün titizliğinden söz etti ama ben fikrimde ısrarlıydım. Çünkü İsmet Paşa laikliğin sıkı savunucularındandı. Söz konusu ettiğim Hacıbayram’da namaz kılma görüntüsü, dindar Türk Milletinin körüklenen kaygılarına en güzel cevap olurdu: “Bizim savunduğumuz laiklik din karşıtlığı değildir, hem dindar, hem laik olmak mümkündür” mesajının birinci elden topluma ulaştırılmış olmasının tarihi bir anlamı olurdu. Dolayısıyla din adına tahrik ve sömürülere de kapılar önemli ölçüde kapatılabilirdi.
Genel seçimlerden sonra Ankara’ya döndükten sonra da MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’le yaptığım uzun görüşmede yine bu konuya girmiştim. “Seçim meydanlarında din istismarının nasıl yaygın ve etkili olduğunu gördüm. Bununla beraber şu gözlemimi de ifade etmeliyim. Halk iş başına getirmek istediği yöneticilerinin inançları ile barışık olduğunun emarelerini görme ihtiyacı duyuyor. Yani seçeneklerinin kendi inanç dünyasına yabancılaşmış olmadığından emin olmak istiyor. Bu da sosyolojik bir gerçek...”
Alparslan Türkeş’in bu konudaki tavrını biliyordum. Mesela bir seçim sırasında camide kendisini görüntülediğini tesbir ettiği gazeteciyi alelacele buldurmuş, o fotoğrafın basına servis edilmemesini istemişti. Bu doğruydu ve içtenliğin göstergesiydi. Ama ben bu konuda başka bir şeyin peşindeydim halen de öyle düşünüyorum:
Müslüman bir ülke politikacılarının toplumun inanç duyarlılıkları ile paralel bir konum sergilemesi eşyanın tabiatı gereği olan bir husustu. Böyle bir tavır ortak paydasında buluşulduğu kanaati toplumda yer ettikten sonra, artık orada din sömürüsü, dinin politikaya alet edilmesizemin bulamazdı. Siyasetin enerjisi de asıl alanından uzaklarda harcanmamış olurdu. Dahası, istismarcılığın kolaycılığına yaslanarak seçim kazanmaya şans tanınmamış olurdu. Özetle, bir politkacının camide görülmesi, komşu ziyaretinde bulunmak gibi normal, öte yandan camide görülmesi diye bir başka politikacının inancını teraziye vurmanın da haddini bizlmezlik olduğu çizgisini yakalamaya ihtiyacımız var.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’le Çankaya Köşkü’nde baş başa görüşmelerimizin birinde yine böyle bir konu ortaya çıkmıştı. Demiral şu olayı anlattı: “1975 Senato ara seçimlerinde, sizin hemşeriniz Bayburtlu Ömer Naci Bozkurt Gümüşhane adayımızdı. Seçim kampanyasında Bayburt’a gittim ki, bizim kalelerimizden biri olan Bayburt’ta Erbakan Hoca malı götürüyor. Saat Kulesi’nin dibindeki mitingde konuşmamı yaptım, sonunda Bayburtlulara şu soruyu sordum: Ey Bayburtlular, siz, Kalübeladan beri mi, yoksa Erbakan’dan beri mi Müslümansınız? İşte bunun ardından rüzgâr tersine dönmeye başladı ve Ömer Naci senatörümüz oldu...”
2002 Genel Seçimlerini kazanan Recep Tayyip Erdoğan’dan televizyonda şunları duyuyordum: “Maalesef geçmişte biz de dini siyasette kullandık, fakat yanlış yaptık...” Bu çok önemli bir mesajdı. İçimden “Ne güzel bir özeleştiri” demiştim. Özeleştinin büyük bir erdem olduğuna hep inanmışımdır. Ma ne oldu, nasıl oldu, o mesajın sahibi Recep Tayyip Erdoğan’ı bir daha bulamaz oldum. Acaba dedim, yoksa bir takım akıl hocaları devreye mi girdi, “Bindiğin dalı kesiyorsun” mu denildi. Hülasa o zaman içimnden alkışladığım Recep Tayyip Erdoğan’ı artık bir daha göremedim.
Ben Türk Ordusu’nun da laiklikle kalıplaşmış bazı tavırları gözden geçireceğini ve özeleştiri yapacağını düşünmekteyim.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...