Türkiye’nin tarihsel olarak kaybettiği, çözemediği bir meselenin dönüp dolaşıp karşımıza çıkarttığı çeşitli problemler vardır. Musul bunlardan biridir. Musul konusunun Lozan’da çözülememiş olması, hatta kaybedilmesi, meseleyi bitirmiyor. Dün, “Musul’u verelim, nihai bir sulh yapmanın imkânlarını kaybetmeyelim” diye atılan imzalar, bugün gelip karşımıza savaş, çatışma ve istikrarsızlık unsuru olarak dikilmektedir.

Büyük bir imparatorluk kaybetmiş olmanın bedeli ağırdır. Onun, dün ödettikleri kadar bugün ve yarın da önümüze koyacağı faturalar olduğunu unutmamak gerekir. Bazı gazete tarihçilerinin “Musul zaten bizim değildi, orada Türk yoktu” gibi gerçek dışı, mağlubiyet ideolojisine mahkum, zihinsel yapıların, bu toprakları anlamaktan uzak, önyargılı tutumlarını veya “resmi tarihin” “Şeyh Said ayaklanması olmasaydı Musul’u alıyorduk” türünden iddialarını şimdilik bir tarafa koymak gerekir.

Tarihten kaçmak mümkün mü?

Şunu unutmamak lazımdır ki, tarihsel gerçekler ülkelerin peşini bırakmaz. Onların sorduğu sorulara gerektiği gibi cevap verilmediği zaman, onlarla tarihin ve milletin hakkını vererek hesaplaşılamadığı zaman, yeni problemler halinde gelip karşımıza dikilirler. Türkiye’nin yaşadığı terör sorununun da, Ortadoğu’daki mezhepsel çatışmaların da, istikrarsızlığın da kaynağında Lozan’a uzanan sebepler vardır. Eğer Musul meselesi çözülseydi, Türkiye her yıl enerji ithal etmek için milyarlarca dolar para harcamayacaktı, kalkınma çabalarını sekteye uğratan kaynağı dövize dayanan ekonomik krizler olmayacağı gibi cari açık gibi başka problemlerle de kolay kolay karşılaşılmayacaktı.

Batı sömürgeciliğinin, tarihte hiç var olmayan Irak-Suriye gibi yapay ülkeler üreterek, enerji kaynakları üzerinde kurdukları kontrol ve bu sömürünün devam etmesi için öngörülen zayıf bir ülke konumu, Lozan’da bu arzulara cevap verdiği ölçüde kabul edilmişti.  Ne var ki dünya artık Lozan şartlarının dünyası değildir.

Bugün Irak’ta yaşanan kaos, Suriye’de meydana gelen vahşet tablosu, İran’ın bu şartlar üzerinden yeniden “bölgesel güç olma arayışına” girmesi bugün yaşanılan istikrarsızlığın göstergeleri arasında sayılabilir.

Yeni bir gelecek kurmak

Bu aşamada şu hususların tartışılması gerekmez mi: Yaşanılan küreselleşme süreci insanların, malların, bilginin, paranın v.b.hareketliliğine ve değişimine hız kazandırırken, dünya enerji kaynaklarının en az üçte birine sahip olan bu bölgede yaşanılacak bir “bölgesel savaş, etnik çatışma, mezhep savaşı” dünyadaki gidişatın, hâkim eğilimin tersine bir durum yaratmaz mı? Veya bu çelişki nasıl aşılır?

ABD ve Batı yönetim merkezlerinin, küresel süreçte bağlantılı oldukları en azından ilişkilerini sürdürmek istedikleri bölgelerin sorunlarına, küresel dinamiklerin işleyiş biçimine uygun çözüm üretmezlerse, sadece bölgedeki çıkarlarını kaybetmezler, ”dünya sistemi içindeki hegemonik konumlarını” da daha hızlı bir şekilde kaybedebilirler.

Türkiye, küresel süreci doğru okuyarak, bölgedeki bu parçalanmaları, “geleneksel bölünmeler üzerinden” süren çatışmaları, daha derin daha üst düzey analizler yaparak, yönetmek durumundadır. Bir anlamda Batı’nın küresel süreç karşısındaki bocalamaları Türkiye’nin dikkatini dağıtmamalıdır. “Bahar devrimleriyle” başlayan süreci doğru yöneterek, bugün etkin bir konuma gelen Türkiye’nin Batı sistemi tarafından tepkiyle karşılaşması şaşırtıcı bir durum değildir.

Önümüzdeki dönem Ortadoğu da dâhil bütün Asya’nın küresel dinamikleri doğru yöneterek yükseliş eğiliminin artacağı bir dönem olacaktır. Bu bakımdan, bölgedeki sorunları
 “Batı’nın istediği şekilde” eski usul bölünme/çatışma ekseninde çözmek mümkün değildir. Bu coğrafyanın yeni bir emperyal/küresel vizyona ihtiyacı vardır.