O dinci gazetenin sakallı yazarı şunları yazmış:

“Bunun için de İslam hem imandır ve hem de vatandır. İslami siyaset, dinin varlığını sürdürmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. Bu manada din ile siyaset et ile tırnak gibidir ve ikisinin arasına girilemez.

Bir imam hutbede ‘Allah, alış verişi helâl, fâizi (ribâyı) haram kılmıştır.’ (Bakara, 275) ‘içki, kumar, tapınmak için konulan dikili taşlar ve fal okları (piyango) şeytan işi birer pisliktir. O halde bunlardan sakının ki kurtuluşa eresiniz.’ (Maide, 90) ‘Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, ‘çirkin bir hayasızlık’ ve kötü bir yoldur.’ (İsra, 32) ayetlerini okuduğunda siyaset yasağını delmiş mi sayılacak?

Din ile siyaseti ayrı görme ısrarının temelinde İslam’a şaşı gözle bakma hastalığı yatmaktadır. Bu sakat bakış açısı sadece Türkiye ile ve de politikacılar ile sınırlı bir anlayış değildir. Tam aksine bu anlayış yaklaşık iki yüz yıldır tüm İslam memleketlerinde sömürgecilerin ısrarla yerleştirmeye çalıştıkları muharref İslam anlayışının en eski ve en temel dayanağıdır.

Nitekim bundan yaklaşık seksen sene önce Mısır’daki halkın İslam ve siyaset konusuna bakış açısını şehid Hasan el-Benna şöyle dile getiriyor:

‘İslâm ve siyaset ikilisinden bahseden hangi insana bakarsanız bakınız onların her ikisinin arasını kesin çizgilerle ayırdıklarını görürsünüz. Bu iki kavram insanların çoğuna göre asla bir araya gelemez ve birleşemez.’”


Yani demek istiyor ki bu yazar, din ile siyaset asla birbirinden ayrılamaz, çünkü din, dünya işlerine dair de hükümler koymuştur, bunlara da uymak gerekir.

Peki öyle midir acaba? “Kartal Gözüyle Laiklik” adlı kitabımızda biz bu konuyu uzun uzadıya yazıp irdelemişizdir, özetle bu yazıda da gerekli bilgileri verelim.

Kur’an’da ayetler konu itibariyle üç kısımdır: 1-İman-Ahlak-İbadet, 2-Muamelat-Münakehat, 3-Ukubat.

İman-Ahlak-İbadet kısmı, kişinin tercihidir, bunlara inanır ve gereğini yapar, bu onun özelidir, buna devlet ve devleti yönetenler karışamazlar, hatta gerekli özgürlük ortamını da sağlarlar. İkinci bölüm yani muamelat ve münakehat ise borçlar hukuk, ticaret hukuku, medeni hukuk (evlenme-boşanma) konularını kapsar. Ukubat ise ceza hukukudur.

Kur’an’ın iman-ahlak ve ibadetle ilgili hükümleri değişmez, uyulması gerekli hükümlerdir, inanıyorsanız, bunların gereğini yaparsınız. Muamelat, münakehat ve ukubatla ilgili hükümleri ise o gün için (konuldukları tarih itibariyle) hüküm ifade etmişlerdir ve o günkü toplumun örfüne göre düzenlenmişlerdir. Bu hükümler daha Hazreti Ömer’den başlayarak zamanın gereklerine göre değiştirilmişlerdir. Örnekleyelim: İlgili ayette zekât verilecekler arasında müellefetü’l kulûba yani kalbi İslam’a ısındırılacak olanlar da sayılmıştır. Hazreti Ömer, “Buna artık gerek yoktur, bu noktaları aştık, bunu uygulamıyorum” demiştir. Oysa ayet orada durmaktadır. Demek ki zamanın değişmesiyle hükümlerde de değişmeler olabilmektedir. Osmanlı’nın Medeni Kanunu olan Mecelle’de de bu kural yer almıştır.

Hazreti Ömer’e dönersek, Ömer, Kur’an ehl-i kitap kadınlarla evlenmeye cevaz verdiği halde bunu yasaklamıştır, kıtlık dönmelerinde hırsızların elinin kesilme cezasını uygulamamıştır (Fatih Sultan Mehmet, el kesmeyi tümüyle yasak etmiştir).

Dahası da var, onu da Arif Tekin’den aktaralım (Berfin Bahar Dergisi/Sayı 217 Mart 2016):

“Ömer adeta başına buyruk biriydi; İstediğini yapan, zaman zaman Kur’an’ın dediklerini rafa kaldıran biri. Ben onun halifelik döneminde Kur’an’ı dinlemediğine ilişkin somut örnekler sunacağım. Mesela onun zamanında Irak toprakları işgal edilir. Kur’an’a göre ele geçen topraklar ganimet sayılmalı ve 1/5’i hazineye ayrıldıktan sonra kalan 4/5’i savaşa katılanlar arasında paylaşılmalıydı. Ancak Ömer bunu yapmıyor. Toprağı sahiplerine bırakıyor ve buna karşılık onlardan her yıl haraç alıyor. Kur’an’da ganimet hakkında açık bir şekilde bilgi olduğu halde Ömer’in Irak topraklarını dağıtmaması Kur’an hükümlerinin dışına çıkmak demektir. Onun yaptığı Müslümanların yararına olsa da bunun Kur’an’da yeri yoktur. Enfal Suresinde ganimetin dağıtımıyla ilgili bilgi verilirken, 1/5’i Tanrı adına Muhammed’e teslim edilir, kalanı da savaşa katılanlar arasında paylaşılır diye ayet var. Aynı surede, ele geçirdiğiniz ganimetten helal ve afiyetle yiyin diye başka bir ayet daha var.”

Dinci ve sağcı çevrelerin pek değer verdiği, hatta başucu kitabı olarak kabul ettiği “Din ve Laiklik” adlı kitabında Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, şunları söylüyor, ondan da alıntı yapalım ki itiraz olmaya, şaşı bakılmaya:

“Hatırlatalım ki, İslam’da dinsel iş ve hükümlerden herhangi birinin bir dönemde oluşumu mümkün olmazsa, o hüküm imhal olunur, yani izleme ve uygulaması başka bir zamana bırakılır. Nitekim, İslam Hukuku’nun ‘Ukûbat’ kısmı yani ceza hukuku Türkiye’de hemen bir asır önce uygulama alanından kaldırılmış ve yerine laik bir ceza hukuku konulmuştur. Bizim Cumhuriyetten önceki devrin Ceza Yasası, Fransız ceza yasasından neredeyse aynen aktarılmıştır. Bugün ise Türkiye’de İslam Hukuku’nun yalnız ukûbat kısmı değil ‘muamelat’ ve ‘münakehat’ı yani sözleşmeler ve borç hükümleri, evlenme ve boşanma sistemi, kısacası bütünüyle İslam Hukuku bu durumdadır. Biz istesek de, istemesek de durum bugün budur. Bu durum tarihi bir oluşum ve sosyolojik oluşum seyrinin doğurduğu bir sonuçtur.

Bu konuyu bitirmeden bir noktaya tekrar gelmek isteriz. Laik devlet düzeni içinde yaşayan bir dindar, mensup olduğu dinin ibadet ve ahkâmını olduğu gibi, muamelat ve münakehatı da, dilerse bireysel olarak izleyebilir.  Buna engel ve bunun laiklik esasına aykırı yönü yoktur. Sözgelimi, dinî nikâhın gereğine inanıyorsa, isterse, sivil nikahtan sonra bir de dinî nikâh yapar. Faizin dinen yasak olduğuna inanan faiz alıp vermez. Özetle, devletin yasa ve düzen ile yasaklamadığı ya da yapılmamasını emretmediği her iş ve işlemi dindar, mensup olduğu dinin kurallarına uyarak yapabilir. Şu halde bu bakımdan laiklik, ilişkiler yaşamına ilişkin olan dinsel kural ve yasaların, resmiyetten kalkması; bunların, devlet yaptırımı özelliğini yitirerek özel yaşama çekilip vicdanlarda yer almasıdır.” (Yazarın ifadeleri, gençlerin anlayabileceği biçimde günümüz Türkçe’sine aktarılmıştır)

Gelelim Cumhuriyet Türkiyesi ve Atatürk devrimlerinin tanığı ve savunucusu, değerli yazar Falih Rıfkı Atay’ın yazdıklarına:

“Din ile şeriatı bugün bile birbirine karıştıran üniversite diplomalı kimseler var. Tanrı’ya inanırsınız. O’na karşı görevlerinizi yerine getirirsiniz. Din burada biter. Ötesi şeriattır. Şeriatçılık demek, Müslüman toplumlarını yedinci yüzyıl Hicaz aşiretleri şartlarına doğru sürüklemek demektir. İslam bilginleri, Kur’an’ın ‘muamelet’ ayetlerinin mensuh olduğunu eskiden beri söylemişlerdir. ‘Zaman ile ahkâmın’ değişmesi gerektiği çok eskiden beri bilinmektedir.

İlk defa sekizinci ve dokuzuncu asırda Bağdat’ta İslam rasyonalistleri, ‘Bu böyle gitmez; muâmelât ve ukûbat hükümleri zaman geçtikçe değişmek zorundadır. Dünya işlerini her toplum ‘nakil’le, yani kitaba bakarak değil; ‘akıl’la yani arayarak, düşünerek ve deneyerek çözer.’ demişlerdir. Ama eski Yunan felsefe ve ilmini de Arapça’ya çevirmişlerdi. Akıl eğitimi almışlardı. Halife Mem’un, Bizans’ın kuşatılmasını kaldırmak için İstanbul Kütüphanesi’ndeki bir eski Yunanca metnin verilmesini şart koşmuştu. İslam Medeniyeti dediğimiz altın çağ, kör şeriatçılığın bırakıldığı bu devirde ve müsbet ilimler ışığı altında doğmuştur. O çağda Kurtuba Üniversitesi’nde İbn Rüşd’den, Aristo’nun yorumu üzerine ders gören Hıristiyan gençleri papalıkça aforoz edilmekte idi. 

Gel zaman git zaman; Batı, Müslümanların kılavuzluğu ile Rönesansa kavuştu ve Bağdat’ta İslam Rasyonalistlerinin yaptıklarını yapan reformcular yetişti. Ne acıdır ki, İslam’da nakilciler akılcıları çoktan yenmişler, medreselerde kuru şeriatçı yetiştirmeye başlamışlardı.

Laiklik imana dokunmuyor. O yurttaşın vicdanındaki sorundur. İkincisi, laiklik ibadete de dokunmuyor. Ama demokratik devrimler ahkâma dokunmak zorundaydılar; dokunmanın ötesinde ahkâmı temelden değiştirmişlerdir. Kemalist devrim de, çağdaş toplumu kurarken bunu yapmak zorundaydı. Milli hâkimiyet sistemi, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, bugünkü ekonomik hayatı düzenleyen Ticaret Kanunu bu zorunluktan doğdu.

En koyu şeriatçı akımlar bile, iktidar ele geçirdikleri zaman devlet ve toplumu Şeriat ahkâmıyla yönetemez. Bu akımlar, Şeriatı toplumu düzenlemede bir çözüm olarak değil, bir ideolojik hegemonyanın aracı olarak savunuyorlar. O ideolojik hâkimiyet, bütünüyle bir dünyevî bir sistemin hizmetindedir, bütünüyle dünyevî çıkarları güvence altına almaktadır.”

Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları, düşünce, anlayış ve yaklaşım bakımından nasıl bir geriye düşüş olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Tek parti döneminin Başbakanlarından, din ve dinler tarihine dair geniş bilgileri ve eserleriyle tanınan Şemsettin Günaltay da aynı koşutlukta görüşler açıklıyor: “İslam dini Peygamberimizin Mekke'de bulunduğu sırada yaptığı ahlakî telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine'de bir devlet kurulduktan sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsur yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olamaz."

Günaltay bir meclis konuşmasında da aynı koşutlukta sözler etmiştir: “Mekkî ayetler (Mekke’de inenler) imana ilişkindir, bunlara uyarız; Medenî ayetler (Medine’de inenler) ise ahkâmdır, o gün için geçerlidirler, bugün uymamız gerekmez.”

Muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olduğunu bildiğimiz “Laiklik, İslam ve Said Nursi“ konusundaki kimi görüşleri 1991 yılında büyük tartışma doğuran 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel de yukarıdaki görüşlerin bir tekrarını 1999 yılında cesurca açıklamıştır: "Cumhuriyetle gelen yasalar iman ve güzel ahlaka dokunmamış, sadece ukubat ve muamelatta değişiklikler getirmiştir. Yani bugünkü hukuk, Kur'an'ın getirdiği 230-232 ayetin yerine başka kurallar koyuyor. Bu ayetleri aynen uygulamak yok. Bunun yerine pozitif hukuk uygulanıyor. Devrim bunu derken; ben dine aykırı bir şey yapmıyorum, ayrıca dinin müsaade ettiği bazı şeylere de müsaade etmiyorum, diyor. Yani bugün poligamiyi savunamazsınız. Cumhuriyet dine dayanan çok hanımlılığa müsaade etmiyorum diyor. Hiç kimse de çıkıp niye böyle diyorsun din buna müsaade ediyor demiyor."

Evet başa dönersek, dinci ve şeriatçı kimselerle (yukarıya yazısından alıntı yaptığım yazar gibileri) ayrıldığımız nokta burasıdır işte, onlar muamelat ve ukubat’ı da dinin olmazsa olmazı saymaktadırlar. Oysa bu algı ve anlayış, akla, bilime, dünyanın bugün geldiği olgunluk ve düzeye aykırıdır. Suyu tersine akıtmaya çalışmak din’e hizmet demek değildir.