Bugün karşı karşıya bulunduğumuz her problemin arkasında, çok fazla değil biraz araştırıldığında hep aynı yapı çıkacaktır. Kolay değil bu topraklarda bin yıldır sahip olunan
 “devlet geleneği” kendi çağdaşları içinde emsaline kolay rastlanmayacak bir denge kurmuş, bir beşeri sentez yaratmayı başarmıştır. Bu yapının dayandığı dengelerin bir ayağı da “dünya sistemiyle” ilgilidir. 

Genellikle savunduğum, birçok meselenin altında, arkasında temelinde yer aldığına inandığım hipotez şudur: İmparatorluk büyük sorunlarla karşılaşıp bunların altından kalkmak için çareler ararken, politik olarak güçlü konumda bulunan bürokrasi, sorun çözücü çare üretememiş fakat bu ortamda kendi iktidarını üretmeyi becermiştir. Bu sebepledir ki, Türkiye’nin “Batılılaşma süreci”, imparatorluk döneminde de, cumhuriyet döneminde de ortak toplumsal temeller üzerinde, ortak siyasal bir projeye ve ortak bir zihniyete dayanmaktadır. 

Yeni bir analitik çerçeve 

Türk aydınları ağırlıklı olarak bu projenin bir parçası oldukları için bunu “resmi ideolojiye” dönüştürmede bu rolü benimseyip, meselelere hep bu ideolojiyle ve daha derinde de bu ideolojinin dayandığı “pozitivist paradigma” içinden baka gelmişlerdir. Dolayısıyla Türkiye’nin aydınları, Batıcılık devlet ideolojisi olduğundan bu tarafa, Batıcıdırlar ve “pozitivist düşünce kalıbıyla” hareket eden bir zihniyete sahiptirler. Bu sebepledir ki entelektüel olmak yerine, aydın olmayı daha doğrusu “resmi aydın” olma sıfatını hak etmiş bulunmaktadırlar. 

Ciddi bir entelektüel olarak rahmetli Prof. Dr. İdris Küçükömer’in bu düşünce kalıbının dışına çıkıp meseleyi “sol”da irdeleyen ilk insan olması, ciddi tartışmalara sebep olmuştur. 

Bu tartışmaların bir kısmı, “resmi söylem üzerinden” resmi aydınlar tarafından, bir anlamda hocaya cevap vermeye çalışan çoğu tepkisel olan, zayıf ve meseleyi kavramaktan oldukça uzak ifadeleri yansıtmaktadır. Diğer bir grup ise hocanın yaptığı analizi alıp, kendi konumunu bu tasnife göre bir yere yerleştiren ve bunun üzerinden tartışmayı sürdüren yaklaşımlardır. 

Yazıldığı zamanlarda oldukça açıklayıcı ve önemli olduğuna inandığım “Düzenin Yabancılaşması”daki tahlil ve tasniflerin, bugün yaşanan değişim karşısında aşılması gerektiğini düşünüyorum. Hocanın Türkiye’deki “sınıfsal yapı ve sağ-sol kutuplaşması“ ile ilgili yaptığı tasnifi, bugünkü toplumsal ilişkileri yansıtmadığını görmek için fazla uzağa gitmeye gerek yoktur sanırım. Türkiye’deki “sınıfsal yapı ve siyasal tutumlar arasındaki ilişki” sanayileşme, birikim sorunları ve ekonomik temelde ortaya çıkmadığı için (bu olay henüz yaşanmaktadır) var olan siyasal kutuplaşmaları bu zeminde analiz etmek çok fazla bir şey söylemeyecektir. 

Egemen kültür 
 
Bu ülkede toplumsal farklılaşmalar kültürel eksenlidir ve bir anlamda “sınıflarda kültürel temelde” oluşmuştur. Kültürel egemen sınıf, devletin onun denetiminde olan araçlarını yöneten ve kontrolünü elinde tutan sınıftır.  Bu egemen sınıfın karşısındaki “halk sınıfları” bugün demokrasi yoluyla bu egemenliğin yapısını değiştirmeye çalışmaktadırlar. Bu sebeple “seçim bir şey değildir, sandık çözüm yolu olamaz” söylemiyle karşılaşılmaktadır. Yine bu nedenle Başbakan Erdoğan, “kültürel sınıfın” hedefi haline gelmiştir. 

Prof. Dr. Nilüfer Göle‘nin Türk sosyal bilimlerine yaptığı katkı ve çalışmalar bilinmektedir. Onun geçen yılki, gezi sürecinden bugüne yazdıkları, “kültürel sınıf bilincinin” akademyadaki yansımaları olarak okunulabileceğini düşünmek politik bir tavır sayılmamalıdır. İnsanların sosyal bilimci de olsalar kültürel sınıflarıyla derin bağları olduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Bu durumu tespit etmek için söylenenlere bir içerik analizi yatmak yeterli olabilir. Sosyal bilimcilerin objektif olması kolay bir iş sayılmamalıdır.