“Beyazlar gelmeden önce Meksika’da Aztek Kızılderililerinin yerli bir köpekleri varmış. Bu it’in adı, Kızılderili dilinde ‘it-zev-intli’ imiş. Tek bir tüyü yokmuş ve çirkin mi çirkinmiş. İspanyollar gelince hoşlanmamışlar ve onları buldukları yerde öldürmüşler. Asırlarca nesli tükendi diye bilinmiş. Bundan 30-40 yıl önce (belki daha eski), milliyetçi Meksikalı Kızılderili veterinerler ve biyologlar kolları sıvamış, köy köy dolaşıp o tüysüz it’e birazcık benzeyen köpekleri toplamış, birbirleriyle eşleştirip genetik arındırma yapmış ve sonunda, heykel ve resimlerinden bildikleri Aztek köpeğini yeniden ortaya çıkarmışlar. Beyazlar gene ‘bu çirkin hayvanın nesi var?’ demişler Milliyetçi Meksikalılar da ‘ama o bizim ya’ cevabını vermişler.”
(Ord.Prof.Dr.Reha Oğuz Türkan-Türkçülüğün Yeni Esasları/Pozitif Yayınları)
Yazımın başına bu alıntıyı niye koydum biliyor musunuz? Canım kerti kemikli bir kavut çorbası istedi, kurutlu galacoş istedi. Bayburt’tan getirtmek istedim. Bulunamadı. Kurut yıllardır yoklara karışmış, kavut da artık köylerde bile yapılmıyormuş. Kerti kemik mi? Ohoo, o çoktan Aztek itine dönmüş…
Yani bizim memlekette damak tadı değişmiş, kültürel soykırıma uğramış kavut çorbası, haşılı, ufalaması. Kurut’la kavut, Celâlî’nin "Yemek Destanı"nda kalmış:
Deli kuymak doldu doldu boşandı
Peynir ile ziynetlendi döşendi
Tel helvası bize hançer kuşandı
Kurutlu haşılı kalkan eyledik.
Erişte de der ki sıra benimdir
Saçlarda kavrulup yanan serimdir
Kara kavut der ki mevla kerimdir
Nice dişsizleri mihman eyledik
Prof. Dr. Nihat Nirun “Kültür öğretilir, öğrenilir, kültüre katılınır ve kültür insanlar ve nesiller arasında iletilir, aktarılır” der.
Güzel… Peki öğretilip öğrenilmezse, katılınılmazsa, nesiller arasında aktarılmazsa ne olur?
Ne olacak, doğa da, toplum da boşluk kabul etmez, ya yabancı kültürler istila eder kafaları ya da yerli kültürlerin sesi çok çıkanları. Daha açık söyleyeyim: Hamburger girer yemek kültürüne, fast-food girer, tarhana girer, lahmacun girer. Bayburt’un yemek kültürü de sahipsizlik ve bilinçsizlik yüzünden yok olup gider.
“Ne kadar kendinsin?” diye soruyor J.P Sartre, “insanlar kültürlerinin sonuçlarıdır” tespitini yapıyor Osman Pamukoğlu.
Kültürel bakımdan istilaya uğrayan beyinler, bin tane Bayburt Derneği kursalar, sabah akşam vird okur gibi milyon kez “Bayburtluyum!” diye nârâ atsalar, ne yazar ki? Bu gidiş iyi gidiş değildir. Korkarım bir gün Meksika Kızılderililerinin it arayışı gibi “kavut ve kurut” arayışına girecek Bayburtlular.
Bir önlem alınamaz mı? Hiç umut yok mu? Olmaz mı, var elbette. Kavut ve kurut imal eden işletmeler kurulur. Kavut için, mevcut un fabrikalarına bir buğday kavurma ünitesi ilave etmek bile yeter. İyi de satılır, gurbetteki Bayburtlular alsa yeter, kavut alışkanlığı yalnız Bayburt’ta değil, Erzurum, Artvin ve Van’da da var, oralara da gönderilir.
Akrabam bir gıda mühendisine sordum, o da onayladı, olumladı beni ve ekledi: "Biliyor musun kavut; mide ve bağırsakların dostudur.”
Kurut da öyle. Geçenlerde televizyonda bir belgesel seyrediyorum, baktım Kırgızistan’da pazarda kurut satılıyor. Bizim kurut bilmez bayan spiker “Sayın izleyiciler, Kırgızlar buna kurut diyorlar, çok ilginç bir gıda, ben tattım, değişik bir tadı var” diyordu. Bayburt’ta kurut unutulursa, birileri işte böyle gider Kırgızistan’da keşfederler (!)
1968 yılında üniversite öğrencisiydim, bir toplantıda Prof.Dr.Muhan Bali, Bayburt köylerinde yaşadığı ilginç bir anıyı aktarmıştı. Şimdi o geldi aklıma. Türkiye’de en iyi kaval çalan yerlerden biri olduğunu duymuş Bayburt’un, Muhan Bali. Varıp Demirözü’ne arkadaşı rahmetli Ekrem Ocaklı’yı bulmuş, köylere çıkmışlar birlikte. Kavalları ve kaval çalanları görecekler, kaval örnekleri alıp kavalcılarla söyleşecekler. Kaval çalan kalmamış o yıllarda ne yazık ki. Çobanın biri “Benim babam da çobandı, kavalı elimizde yok da, babamın kaval nağmelerini kardeşimin Almanya’dan yolladığı teybe kaydettim, alın bunu götürün” demiş.
Bayburt’la kavalın adı, şimdi konservatuarlarda bile bir araya gelmiyor. Yarın kavut ve kurut da korkarım bir araya gelmeyecek.
Belki AB ülkeleri üretirler bunları, Ermeni yiyeceği diye de propagandasını yaparlar, halkımız da Binali Selman’ın mey’ine nasıl “duduk” dediyse, alır onları da afiyetle yiyip “Ya Rabbi şükür” der.
Bunlar olmasın istiyorum. Celali’nin “yemek meclisleri”nin yeniden kurulmasını diliyorum. Amacım salt eleştiri ve suçlama değil, istediğimiz de öyle çok şey değil.
Evet hadi, zahiren de olsa bir devran eyleyelim o meclise, belki gerçek hayali aşar, kim bilir:
Yumurta da der ki benim başçavuş
Kurutlu Kalacoş önümden savuş
Piyazlı köfte der imdada kavuş
Biz de bu meclise devran eyledik.