Türkiye’de demokrasiye karşı, demokratikleşme sürecinin yarattığı değişmelere karşı girişilen tertipler, komplolar, müdahale girişimleri ne zaman bitecek?
Bu ülkenin “yönetimleriyle” “ülkenin kimliği” arasında uzun yıllar boyunca, önemli çelişkiler bulunmaktaydı. Bu ülkenin yöneticileri, devlet adamları, aydınları, yaklaşık 200 yıldır bu ülkenin kimliğini unutup, unutturmaya çalışıp, Batı’nın kendilerine biçtiği kimliğe ve role razı oldukları için, sadece bu toprakların ruhuna değil, halkına da yabancılaşmış durumdaydılar.
Demos sistemi zorluyor
Batı sistemi yaklaşık bu 200 yıllık sürede kontrol ettiği bu zümreler üzerinden bu ülkeyi denetim altına alarak kendi belirlediği sınırlar içinde tutmakta çok fazla zorlanmamıştır. Zaman zaman ortaya çıkan arızi durumlara ise çeşitli biçimlerde müdahaleler ve darbeler yaptırarak duruma hâkim olmaya çalışmışlardır. Bugün bu durumun değiştiğini gösteren birçok işaret vardır. Artık Batı sistemi Türkiye’yi kolay müdahale edilebilecek, hizaya sokulabilecek ülkeler listeler listesinden çıkarmak zorundadır. En son 2007’de E-Muhtıra ve ondan sonra girişilen bütün darbe hazırlıkları ve kapatma davaları başarısızlıkla sonuçlandığı düşünülürse bu dönemin kapandığını kendilerinin de kabul etmekten başka çareleri kalmamıştır.
Geçtiğimiz 17-25 Aralık Darbe Girişimleri, Batı sisteminin sadece askeri darbe ve müdahalelerle değil çok farklı biçimlerde karanlık ilişkiler kurarak kapalı yapıları Türkiye’ye karşı kullanmakta ısrar ettiğini ortaya koymuştur. Batılı servisler açısından, bu tür “karanlık ilişkilerin bir siyasi müdahale biçimi” olarak kullanılmasının çok şaşırtıcı olmadığı ortadadır. Burada sorun Türkiye karşıtı hareketler içinde yer alanların ontolojik mahiyetiyle ilgilidir.
Meselenin üç boyutundan bahsetmek mümkündür. Birinci boyutu sosyolojiktir. Türkiye tarımsal toplum yapısından çıkarken “sivil toplum-politik toplum karşıtlığını” aşacak dinamikler üretmiştir. Bunlar arasında şehirleşme, sınıflaşma, işbölümü, ekonomide ortaya çıkan yeni üretim sektörleri etrafında oluşan farklılaşmalar bulunmaktadır. Bu süreç devlet ve onun bürokratik iktidar alanını daraltan, dolayısıyla sivil toplumu adeta besleyen bir gelişme eğilimine işaret etmektedir.
Cemaatler, geleneksel dini topluluklar, vakıflar, tarikatlar ve dergâhlar sivil yapı içerisinde yeniden fonksiyonel olmaya başlamışlardır. Benim ‘yeniden cemaatleşme’ dediğim bu sosyolojik vaka “sivil toplum-politik” dikotomisini aşacak bir imkân ve eğilimi ifade etmektedir.
Demokratikleşme-sivilleşme
Meselenin ikinci boyutu politiktir. Türkiye’nin “kapalı toplum- otoriter devlet- siyasal kültürü” yeniden cemaatleşme sürecinde bazı toplulukların sivilleşme eğilimi içinde “kapalı cemaat yapısı içinde örgütlenmelerine ve anti-demokrat otoriter anlayışı kendi zeminlerinde üretmelerine” yol açmıştır. Bunu, bir anlamda “anti-demokrat siyasal kültürün” bu yapılara “simetrik yansıması” olarak ele almak mümkündür. Kapalı, anti-demokrat otoriter cemaat yapıları ,“dıştan kontrollü kişilik özeliklerine ve itaat kültürüne” dayanmaktadır. Bu zihniyetin, özgür düşünceye kapalı bir mahiyet taşıması kaçınılmazdır.
Meselenin üçüncü boyutu uluslararası ilişkilerle, Batı sisteminin Türkiye karşıtı siyasetiyle ilişkilidir. Batı sistemi, Türkiye’nin “demokratikleşmesi, kalkınması, dış politikada bağımsızlaşması” gibi üç alanda yaşadığı dönüşümün, bu ülkeyi kendi kontrolünden çıkardığını gördükçe, askeri darbe ve müdahale girişimlerinin yetersiz kaldığı bir durumda “sivil müdahale araçlarına başvurmakta” tereddüt etmeyeceğini göstermiştir. Bugün “cemaat meselesi” kapalı yapıların, bilinemeyen, “kapalı ilişkilerinin ontolojisi içinden” anlaşılması gereken bir meseledir. O yapı içinde olanlar, hem karanlıktadırlar, hem de gözleri bağlıdır.