Bazıları, Türkiye’nin on yıla aşkın bir süredir takip ettiği dış politika anlayışının “Türkiye’yi hızlı bir şekilde yalnızlaştırdığını, dış politikada Sünni bir siyasetin benimsendiğini, mezhepçilik yapıldığını, Müslüman kardeşler çizgisini izlediğini” iddia edip,“Türkiye’nin çağdaş dünyadan uzaklaştığını” söyleyip durmaktadırlar.
Takip edilen dış politikanın, ülkeyi bölgede başarısız ve yalnız bıraktığını söyleyenlerin esas hedefi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu olduğu açıktır. Bu görüşleri savunanların, Türkiye’nin takip ettiği dış politikanın ürettiği diplomasi trafiğinin, yoğun işbirliği, protokol, sözleşme ve büyük yatırım anlaşmalarının arka arkaya gelmesinden üzüntü duyduklarını tahmin etmek de zor değildir.
Yalnızlık başka, bağımsızlık başka
Bu tür iddialarda bulunanların hepsinin, aynı fikirleri paylaştığı da söylenemez. Türkiye’nin izlediği strateji “karşısındaki pozisyonlarının” farklı gerekçeler ve farklı hassasiyetler üretmesini anlamak gerekir. Bunları üç kategoriye ayırarak ele almak mümkündür: Birinci gruptakiler, Türkiye’nin geleneksel dış politika yaklaşımının değiştirilmesinden rahatsız olanlardır. Görünürde içine kapanık ama gerçekte “Batı sisteminin kendisine biçtiği rolü” kabul etmiş, böylece “çağdaş dünyaya uyumlu” görülen bu yaklaşım, esas itibarıyla Türkiye’yi kendi kültür coğrafyasından koparıp Batı’nın çıkarları doğrultusunda hareket eden bir konuma getirirken, aynı zamanda ülkeyi zayıf ve dış müdahalelere açık bir konumda tutmaktaydı.
Türkiye’nin resmi aydınları, akademik çevreleri, sanat dünyası, ekonomik elitleri bu yaklaşımı “çağdaş dünyayla birlikte olmak” şeklinde algıladığı ve kamuoyu bu yönde biçimlendirildiği için, bu durum “normal ve olması gereken” olarak kabul edilmekteydi. Bu nedenledir ki,“Batı vesayetindeki bu dış politika anlayışının değiştirilmesinden” geniş bir rahatsızlık duyulması anlaşılabilir bir durumdur.
Türkiye’nin dış politika stratejisinden rahatsız olan ikinci gruptakiler arasında; Batı sistemi içinde AB çevreleriyle yakın ilişkiler içinde bulunanların yanı sıra, ekonomik ve düşünsel olarak Avrupalılaşmış Avrupa ülkeleriyle çıkar ilişkileri bulunanlar yer almaktadır. Bunların bir kısmı, Türkiye’nin AB’ye girmesini savunurken samimidir ve bunu bir doğru “entegrasyon projesi” olarak desteklemektedirler. Yine bunların bir diğer kısmının, “Türkiye’nin AB üyeliğinden çok Avrupa kontrolünde tutulması gerektiğini” isteyen bir siyasetin uzantısı olarak faaliyet gösterdiklerini tespit etmek güç değildir.
Batı vesayetine alışmış olanlar
Türkiye’nin “bağımsız şahsiyetli dış politikasından” rahatsızlık duymalarının esas sebebi de budur. Bu gruptakilerin tavrında, esasen NATO üyeliğinden sonra Türkiye’nin “Avrupa ekseninden çıkarak ABD vesayetinde bir dış siyasete savrulmasından” duydukları rahatsızlığın rolünü hatırlamak gerekir. Öyle ki 12 Mart’tan sonra, “kurumsal hale gelen ABD Türkiye dostluğunun” yerli Avrupacı unsurlar tarafından kolayca hazmedilemediğini unutmamak gerekir.
Üçüncü grupta yer alanlar, Türkiye’nin Batı vesayetinden çıkmasını doğrudan doğruya ABD-İSRAİL çizgisinden (kontrolünden de denilebilir) uzaklaşma olarak değerlendirenlerdir. Türkiye bağımsız kendi çıkarlarını merkeze alan kendi kültür coğrafyasında (Ortadoğu ve Türk dünyasında ) Batı adına değil, kendi misyonu adına hareket eden bir siyaset benimseyince, bundan en çok rahatsız olanların bu grupta toplandığını söyleyebiliriz.
Kısaca özetlersek, Türkiye’nin takip ettiği “dış politikanın dayandığı strateji” çok yönlü, çok boyutlu ama Türkiye merkezlidir. Bu siyaset,“Batı sistemiyle vesayet ilişkilerini kopartıp” bağımsız hareket etme kabiliyetini geliştirdikçe, ülkeyi “kendi coğrafyasında güç merkezi” haline getirecek stratejinin bir parçasıdır.