Yurdumuzda ve Türkçe konuşulan çoğu yörede; Mandaya camuş, camız, bazan cameş veya kömüş; dişisine medek, yavrusuna gadak veya malak denir. Dövüşken erkek manda Gırdan diye tabir edilir. Bu genel isimlerin yanında diğer evcil hayvanlarda olduğu gibi, daha çok sahipleri tarafından verilen özel adlarla da çağrılabilirler.

Fazla sıcak havadan hazzetmeyen, sulak ve bataklık yerleri seven mandaların evcilleşmemiş olanları bir filin hakkından gelecek kadar güçlüdür. Evcilleşmiş olanlarının da gücü ile kuvvet isteyen işlerde çiftçinin en iyi yardımcısı olduğu herkesçe bilinir. Kara, kalın, sağlam derilerinin üzerinde seyrek kılları vardır. Çok nadir olarak görülen ve uzmanların renk pigmenti anormalliği ile izah ettiği beyaz renkli manda görüldüğü zaman medyada haber konusu olacak kadar önemli bir olaydır. Eti ve sütü ile insanoğlunun beslenmesi için en kaliteli besinlerin kaynağıdır. Bir iki yaşındaki yavrularının eti, kuzu etinden daha lezzetlidir. Manda sütü, mineral ve proteince zenginliği ve alerji yapmaması ile diğer sütlerden daha üstün ve pahalıdır, inek sütüne katıldığı zaman dahi o beyaz renkli yağı elde etmek mümkündür. Kaymağı çok tercih edildiği gibi, cameş yoğurdu da en kaliteli yoğurttur. 

Develer; çölde on gün kadar gün susuz kalabilme, sırtlarında depolanmış olan yiyeceği günlerce yediği için açlığa son derece dayanıklı olma, insanlara en bol et ve süt ikram edip, çok fazla yük taşıma, etlik ya da kurbanlık olarak kesilirken yatırılıp bağlanmalarına dahi gerek kalmayacak kadar uysal olma, çölde akıl almayacak şekilde yön bulup, yolunu kaybetmeme gibi üstün özellikleri olmasına rağmen, insanlara yararlılıkta mandalardan daha üstün değildir.

Orta büyüklükte Anadolu köylerinin çoğunda, 1980'lere kadar 40-50 çift manda rahat bulunurdu. Ülkemizin nüfusunun yüzde altmışının köylerde bilek ve hayvan gücü ile üretim yaptığı, motorun henüz yaygınlaşmadığı o yıllarda çok işe yarayan bu hayvanları, bugün devletin üreticisine maddi destek vermesine rağmen, "derman için" bir kaç tane o da uzun aramalar sonucu bulunabiliyor. Bu kayboluşun en önemli sebebi köyden şehire göç olsa da; bakımı, sağımı beslenmesi ve satılmasının zor olmasını da göz ardı etmemek lâzım. Yaşlı insanlar; 'Damın (ahırın) bereketi cameştir' diye boşuna söylememiş. Kıtlık yıllarında hayvan pazarlarında yakacak tezek toplamak isteyen yoksulların ellerindeki kaplarla daha çok mandaların yanında beklemelerinden tezeğin dahi kaliteli ve bol olanının bu hayvanlardan elde edildiğini anlıyoruz. Çarığın ve biraz daha geliştirilerek ayakkabıya benzetilen şekli olan hasılın en iyi ve en sağlamının manda derisinden yapıldığında da, bu hayvanları beslemiş olan herkes hemfikir. Mandalar sahiplerince temizlendikten sonra, derileri ve özellikle boyunları bezir yağı ile yağlanır, bu şekilde derileri yumuşak tutulur, sulak yerlerde dolaştıklarından ve çoğu zaman ishal olduklarından, manda ile çift sürmenin yada araba koşmanın en zor tarafı başlarındaki insanın bir tarafının devamlı kirli olmasıdır.
İspanya'da arena denilen yerlerde yapılan boğa güreşleri gibi vahşice olmamakla birlikte, bizim insanımız da bu hayvanları çeşitli büyük gösterilerde veya daha az insanın seyrettiği ve bazısı iddialı olan mahallî şenliklerde güreştirmek suretiyle bir eğlence aracı olarak kullanmıştır. Artvin Kafkasör Yaylası'nda yılda bir defa yapılan şenliklerin en çok ilgi çeken kısmı boğa ve manda güreşleridir. Boğalar kendi aralarında güreştirilir, boğanın yani öküzün manda ile güreşmesi ve galip gelmesi çok zor hatta imkânsızdır.

Bayburt'un Kırkpınar köyünde hayvancılık ve çiftçilikle geçimini sağlayan Mızrap amca:

- Cameşleri kışın, küşne (burçak), sarıbaş (yulaf) ve buğdayla beslerdik, yaz başı besiden sırtları kıpkırmızı olurdu, göze gelmemeleri için nazar muskalarını muhakkak sırtlarına takardık diye anlatıyor. Suya aşağı Ballıkaya köyünden Kadir de 

- Her yıl, baharın (baharda), çevre köyler bir büyük düzlükte toplanır, kışın besiye çekilip hazırlanannamlarını az çok duyduğumuz cameşlerin dövüşlerini izlerdik. Bu hayvanların nerede beslendiğini, sahibinin kim olduğunu, hatta isimlerinin ne olduğunu herkes bilirdi. Bizim köyde Aslan ve Telli isimli olanlarını hatırlıyorum, o zamanlar şehirde dahi hali vakti yerinde olan aileler, cirit için at besledikleri gibi, meydan yani dövüş cameşleri de saklarlardı. En son hatırladığım Adabaşı'nın bükünde dövüş yapılacaktı. Civardaki 15-20 köyün ahalisi toplanmıştık. Gökçeli ve Seydiyakup'tan meşhur iki cameş dövüşecekti. Binlerce kişi heyecanla bekliyorduk. Gökçeli’liler büyük bir hata yapmışlar, bir gün önceden, güçlensin diye bir teneke buğdayı hayvana yedirmişlerdi. Hayvan rakibi karşısında hiçbir varlık gösteremeden kaçtı, yedikleri onu şişirmiş, güçten düşürmüştü.
Kadir'in akrabası olan Ethem Efendi'nin, dövüş sonrası rakibini kovalayan kızgın mandasını durdurmak için hayvanın sırtına atlaması uzun yıllardır anlatılan inanılması zor bir cesaret gösterisi olmuştu. Başka komşuları, kışın çok aşırı besledikleri meydan cameşini baharda dışarı çıkaracakların zaman; hayvan kapıdan sığmadığı için, kapının sövelerini sökmeye mecbur kalmışlardı. Meydan cameşlerinin öyle tutkulu sahipleri vardı ki; yazbaşı tarlaya ekmek için bir ambar buğday ayıran hemşehrimiz, bu tohumluk buğdayının tamamını hayvana yediren oğluna kızmamıştı bile. 
Bir gün Çorak ve Tomlacık köylerinin en iyi dövüşen cameşleri iki köyün arasında bulunan geniş düzlükte dövüştürülür; o tarihlerde Çorak köyünde buğday pek yetişmediğ için; Tomlacık’lı cameşin kaçması üzerine seyredenlerden yaşlı biri bağırır,
- Ola! sür Tomlaya da buğday çorbası ye!

Yine köyün birinde kızgın bir şekilde dövüşen cameşlerden birinin o kızgınlıkla yakınlardaki evin duvarını bir vuruşta yıkarak evde banyo yapan ev sahibi ile karşı karşıya kalması üzerine, sakinleşerek mahcup bir halde geri dönmesi, mahcubiyetin o meşhur öfkelerine dahi galebe gelebildiğini gösteren bir örnek mi idi kimbilir?

Genellikle ölümüne dövüşecek kadar kindar olan bu hayvanları kavga esnasında ayırmak için boyunlarına atılan ipleri çekecek otuz-kırk kişiye ihtiyaç duyulurdu. Abustalı Kara Yusuf Pehlivan böyle bir ayırma sırasında hayvanlardan birisinin ipini tek başına koluna dolamış ve kavga bitirilmişti. Birbirlerini gördükten sonra yüz-yüzelli metre mesafeden koşarak kafa kafaya çarpışan hayvanların başlarından ateş çıkar, bazen boynuzları kırılarak etrafa saçılırdı. Zayıf olan darbeden sonra biraz oturup dinlenir, kendine geldikten sonra dövüşe devam eder; kafadan alınan darbenin etkisi günler sonra etkisini gösterip, hayvanı öldürebilirdi.
Bakımı zor ve uysal görünümüne rağmen sert karakteri ile sahibinin işini zorlaştıranmanda, nadiren de olsa insana saldırdığı zaman, diğer hayvanlar gibi sadece vurmakla kalmaz, yere düşürdüğü insanın üzerine çöker, eğer civarda kimse yoksa adamın hayatını tehlikeye sokabilir. Normal zamanda sahiplerini tanırlar ve genellikle çok sadıktırlar. Dişileri öyle her rast gelene sağılmazlar: 

– Bizim medeği her zaman nenem sağardı 
diye anlatıyor Danişment köyünden Emrah; ve ilave ediyor; 

- Zaten başkasına kesinlikle sağılmazdı. Bir defasında nenem yoktu, annem nenemin elbiselerini giyip, aynı bürüğü çekti ama hayvan kokudan mı nedense tanıdı ve şiddetle karşı koyarak kendini sağdırmadı.
Çok iddialı manda dövüşlerinin nadiren de olsa akrabalar arası husumet ve kavgalara sebep olduğu yaşanmış hakikatlerdendir. Bazı zaman, yenilen hayvanını hemen orada kesen sahipleri, belki de kendilerince yenilginin acısını çıkarıyorlardı, kimbilir?
Kara cameşleri vurdum bayıra
Dövüşe dövüşe indi çayıra, 
Deyin güveyiye gele ayıra
Güveyin halını Allah kayıra…

Niderem, niderem
Dudu kumru gibi durmaz öterem, öterem


Bir oda yaptırdım döşedemedim, 
Üç günlük ömrümü beş edemedim, 
Zalim felek ile baş edemedim
Bu kara bahtıma küsmüş giderem

Niderem, niderem
Dudu kumru gibi durmaz öterem, öterem. 
Diye yanık yanık söylenen türkü, hüzünlü nihayetlenen bir olayı anlatır. Bayburt–Erzurum arasındaki geniş otlaklardan birinde, bir şekilde dövüşe tutuşan iki manda zamanla birbirlerini aşırı şekilde yaralayıp kan revan içinde bırakırlar. Hayvanları ayırt edip, dövüşe bir türlü son verdiremeyen komşuları, o gün düğünü yapılan ve hayvanlardan birisinin sahibi olan güveyiyi çağırmaya karar verirler. Güveyi düğünü yarıda bırakarak hayvanları ayırt etmek için çayıra koşarak gider. Normal zamanda sahibinin sözünü dinleyen hayvan ise, düğün için tıraş olup çok farklı giysiler giyen güveyi öfkeli halinin de etkisiyle tanıyamaz. Talihsiz güveyi dövüşü bitirmek için girdiği kızgın hayvanların arasında kalarak, ölümcül kafa darbeleriyle oracıkta son nefesini verir.
Bayburt'a çok yakın bir köyün, varlıklı ve hatırı sayılır sakinlerinden Kerem Ağa'nın, Telli adlı mandasının ilginç maceraları da aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, unutulmak bir yana anlatıla anlatıla adeta efsane haline gelmiştir. Bu hayvan, dövüşkenliği, boynuzunun sivri ucunu dövüştüğü rakibinin gözünün boşluğuna takıp havaya kaldırması ve hiç yenilmemesi ile haklı bir ün kazanmıştı. Telli yağlı bulgur ve yarma pilavı yerdi, yattığı yere çok mecbur kalmadıkça dışkısını yapmaz, sabah bağı açılınca gübreliğe giderek orada ihtiyacını giderirdi. Bataklık güreşlerinde çok tecrübeli idi ve böyle yerlerde rakiplerine daha kolay üstünlük sağlardı. Bir defasında Telli'ye karşılık otuz dönüm su basar tarla teklif edilmesine rağmen, sahipleri bu teklife dönüp bakmamaışlardı.

Komşuları ve köyde itibarlı başka bir ailenin mensubu, Kitapsız lakaplı Recep Usta'nın cameşi, Telli ile merada bir ikindi vakti kavuşurlar. Planlı,yani önceden tasarlanmış bir dövüş değildir. Recep’in ifadesine göre kendi mandası çok genç ve tecrübesizdir. Kafa kafaya şiddetli ilk vuruş sonucu panikleyen hayvan şehre doğru kaçmaya başlar. Hayvancağız, aldığı şiddetli darbenin etkisiyle kan içeriye aktığı için, iç kanamadan olsa gerek kırk gün sonra ölecektir. Telli'nin galip gelmesi neyse de Kerem Ağa'nın hanımının o sırada sarf ettiği söz yenip yutulur cinsten değildir.

-Recep Efendi cameşin şikâyete şehre gidiyor, kavuş sen de peşinden git.
Bu söz günlerce kulaklarında çınlar, beyninde yankılanır adamcağızın. Kendi kendine yemin eder:

-Öyle bir meydan cameşi bulacağım ki, Telli'yi doğduğuna pişman edecek. 
Gerçekten de işini gücünü, çiftini çubuğunu bir tarafa bırakan Recep, Bayburt'un yüzseksen pare köyü ile de yetinmez, Kelkit, İspir, Ilıca ve Aşkale'yi dolaşarak intikamını alacak hayvanı aramaya koyulur.
 
Aslında iki yıl önce mandalarını satarak bu işten el çekmişti, fakat bir gün Bayburt'tan köye doğru yavaş yavaş gelen arabanın o müzik nağmelerine benzeyen sesini evinin önünde huşu içinde dinlemiş ve aynı akşam bu ayrılığa daha fazla katlanamayacağını anlayarak kararını vermiş, ertesi gün arabasıyla beraberbir çift cameş satın almıştı.
Recep'in son dövüşte gururu çok incinmişti; oysa Ortugulu hemşerimiz gibi yapıp, kendini avutabilirdi. Bu köyde iki cameş şiddetli bir dövüşe tutuşur. Sesleri duyan herkes seyre dökülmüştür. Derken hayvanlardan biri kaçmaya ahalide ip atarak rakibini kovalayan galip cameşi durdurmaya çalışmaktadır. Kaçan mandanın sahibi kızgın bir sesle bağırır;
- Koy edin onun b. . . una kavuşur.
Arayan belâsını da mevlâsını da bulur derler ya, Recep küçük bir mezrada, sahibi varlıklı dul bir kadın olan, Karacameş adında çok kuvvetli ve namlı bir meydan cameşi olduğunu öğrenir. Bu güçlü kuvvetli, kendine çok güvenen hayvan mezranın koruyucu ve bekçisidir. Civardaki tüm hayvanlar, ağırlığı bir ton civarında olan Karacameş'in korkusundan mezranın yakınlarına dahi sokulamazlar. Recep Usta hemen o mezraya giderek Karacameş'in sahibi kadını bulur ve hayvanı satın almak için ona bir sürü dil döker. Kadının hayvanı satmaya hiç niyetli olmadığını görüncede ona şöyle seslenir: 

-Sana üç sözüm var birini muhakkak yapacaksın; ya bu cameşi günüyle emanet olarak bana kiralayacaksın, ya satacaksın, yahut da beni vuracaksın.

Adamın çok kararlı olduğunu, artık kurtuluş olmadığını anlayan kadıncağız; istemeyerek de olsa, külliyetli bir paraya hayvanı satar. 
Recep Karacameşi satın aldıktan sonra neşesi yerine gelmiş bir halde köyünün yolunu tutar. Hayvanı, gözden uzak bir yerde, küşne, yarma ve bulgurla besleyerek en iyi şekilde bakımını yapıp, sık sık yıkayıp yağlayarak, dövüş gününe hazır etmek gayretindedir artık. Bu arada şehirde Kıvır Zıvır Mehmet Efendi'ye nazar muskası yaptırmayı da ihmal etmez. Kerem ağa ise Karacameş'in namını duyduğundan karşılaşmamaları için tedbirini alır, Telli'yi mümkün olduğu kadar gözlerden uzak tutar, bir daha dışarıya çıkarmaz. Onun Köye yeni gelen cameşle karşılaşarak dövüşmesini istemediğini yakınlarına anlatarak, muhtemel dövüşü engellemelerini ister. Bir ara Telli ile Karacameş'in belli bir gün tayin edilerek dövüştürülmesi için şehirdeki meraklılardan bir grup köye gelerek ısrarcı olmuş ise de Kerem Ağa'yı ikna edemezler.
 
Recep, Karacameş'i, Telli ile bu şekilde dövüştüremeyeceğini anlayınca; ailesi ile birlikte yakındaki beldeye göçerek, orada maraba olarak başkasının yanında çalışmaya başlar. Yakın akrabalarına Telli'yi arazide gördükleri zaman kendisine haber vermeleri için yemin ettirir. Bu şekilde kendileri oralarda olmadığı için Telli'nin dışarıya daha rahat çıkarılacağını hesaplamaktadır.
 
Aradan bir kaç ay geçtikten sonra bir gün çobanlık yapan amcasının oğlundan Telli'nin arazide olduğu haberini alan Recep; vakit geçirmeden Karacameş'i önüne katarak, doğruca otlağa sürdü. Karacameş kendinden isteneni sezmiş gibidir, gözleri kanlanmış, kokusunu aldığı rakibinin olduğu yöne doğru soluyarak hışımla yürümektedir. Kerem Ağa'nın mağrur cameşi ise; olacaklardan habersiz, otlağın yakınındaki gölde keyif çatmaktadır. Karacameş göldeki rakibini uzaktan görür görmez, yıldırım hızıyla hücuma geçerek, ona doğru koşarken, Telli de aradaki mesafenin uzaklığına rağmen içgüdüsünün yardımı ile olsa gerek hemen durumu kavradı. Ayağa kalkıp, sudan çıktığı gibi o da rakibine doğru koşmaya başladı. Bu çok şiddetli kafa kafaya çarpışmanın sonucunda; Karacameş sert kayaya çattığını anlamış, huzursuzlaşmış, etrafına bakınıp kaçacak gibi olmuştu. Bu durumu hiç beklemeyen Recep'i ise bir ağlama krizi tutar. Karacameş'in boynunda uzaktan görülebilen iri bir yara açıldı. Çaresiz bir şekilde kıvranan Recep'in ilk aklına gelen Karacameş'e kağıt yani büyü yapılmış olduğudur. Bir süre sonra ona göre kendiliğinden büyünün bozulması ile Karacameş yeniden dövüşe girdi, sahibinin göz yaşları da durdu.
 
Saatler geçmekte, bütün köylü otlakta pür dikkat dövüşü izlemektedir. Hayvanlar yorgun ve perişan hallerine rağmen kaçma belirtisi göstermemekte, ölümüne dövüşe devam etmektedir. Telli, bu arada her zamanki numarasını yani, boynuzunu rakibinin göz boşluğuna takıp kaldırmayı da denemiş, ama bir ton ağırlığında olan rakibine karşı bu numarayı tam başaramamıştı. Dövüşün kendiliğinden bitmeyeceğini anlayan, sözü dinlenen büyükler, aralarında karara varıp, onbeşer kişiye hayvanların boyunlarına ip attırarak dövüşü sonlandırmaya çalışırken, bu arada Telli'yi destekleyenlerden birisi onun bataklıkta üstün geleceğini tahmin ettiği için; bataklığa girsinler diye hayvanın boynuna atılan urganı kesti. Bir kere dövüşün sonlandırılmasına karar verildiği için bu hareket tepki çekti ve tekrardan urganlar atılarak, hayvanlar birbirinden zorla da olsa ayrıldı, dövüş sonlandırıldı. 
Telli; kafadan aldığı darbelerin etkisiyle iç kanama nedeniyle kırk gün yaşama savaşı vermesine rağmen, gücünün tükendiği kırkıncı gün hayata veda etti. Böylece aldığı yaralarla gözlerine karasu inmesine rağmen Karacameş galip sayıldı. Sonucu öğrenen şehirden ve civardaki köylerden yüzlerce meraklı, hodak olarak bulunduğu yere kadar giderek Karacameş'in sahibi Recep'i kutlayıp, sevincine ortak oldular. 

Not: Bu makale yazarın 2015 yılında yayınlanan 'Hayvan Hikayeleri' adlı eserinde alıntıdır.