İspanya ve Endülüs’e önceki yıllarda iki defa gittim. İspanyollar'ın dikkatimizi çeken ilk özelliği; ‘’siesta’’ları, yani öğle uykusu için evlerinde istirahata çekilmeleri idi. Düzenledikleri şenliklere de ‘’fiesta’’ diyorlardı. Akşamları flamenko dansçıları bâzı lokantalarda dans ediyordu.  Sevilla’da büyük bir salonda opera gibi hazırlanmış bir flamenko gösterisini izledik.

İspanya ve Endülüs’e önceki yıllarda iki defa gittim. İspanyollar'ın dikkatimizi çeken ilk özelliği; ‘’siesta’’ları, yani öğle uykusu için evlerinde istirahata çekilmeleri idi. Düzenledikleri şenliklere de ‘’fiesta’’ diyorlardı. Akşamları flamenko dansçıları bâzı lokantalarda dans ediyordu.  Sevilla’da büyük bir salonda opera gibi hazırlanmış bir flamenko gösterisini izledik.

Bu dansı seyrederken büyük şairimiz Yahya Kemal’in "Endülüs’te Raks" şiirini hatırlamamak mümkün değildi.

"Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def'a kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir."

İspanyollar’ın diğer bir gösterisi boğa güreşi idi. Murcia‘da merak edip gittik. Boğa güreşi, arenayı dolduran binlerce insanın ‘’oley!’’ nidaları ve müzik eşliğinde zavallı bir hayvanın işkence edilerek öldürülmesinden başka bir şey değildi. Bizim her şeyimize karışan Avrupalıların bu vahşi gösteriye nasıl katlandıklarını ve ses çıkarmadıklarını anlayamadım.

Barselona yakınlarında küçük bir kent olan Gerona’da Paskalya Yortusu’nda Hz. İsa için yapılan matem alayını gördük. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği gün Katolik dünyasında büyük merasimlerle anılıyor. Turistler matem alayını seyretmek için akşam saatlerinde Gerona’ya doldu. Önce Romalı asker kılığında yüzlerce kişi sıralar halinde eski kentin dar sokaklarından geçti. Atlı,  mızraklı askerler ve Romalı yönetici kılığında Geronalıların geçişi etkileyici idi.  Sonra yalnız gözleri açık kukuletalı, baştan aşağı siyah elbise içinde, ayakları çıplak binlerce insan sıralar halinde geçti. Yüzün görünmemesi matemin anonim oluşunu, çıplak ayakta çekilen eziyeti anlatıyormuş. Bunlar Hz. İsa’nın çarmıha gerili heykelini, Hz. Meryem’in kucağında çarmıhtan indirilmiş kanlar içindeki Hz. İsa heykelini ve kilisenin diğer heykellerini taşıdılar. Bir heykel çok acayibimize gitti. Hz. Meryem sanki mankenler kraliçesi gibi yapılmıştı. Orkestralar, davullar ile kendimi bir filmde zannettim. Yol üzerindeki bütün kahvelerin dışarıdaki masaları bu gece gösterisinde dolu idi. Ziyaretçiler, içkilerini içip matemi izlediler.  Galiba bütün şehir ahalisi bu yürüyüşte yer almıştı. Katolik dünyasında bu törenler ülkelere ve bölgelere göre farklı düzenleniyormuş. Hıristiyan dünyası; mukaddes günler, yortular, bayramlar, karnavallar kutlayarak kitle psikolojisini elinde tutmak istiyordu.

Din ve eğlenceyle harmanlanmış, Müslümanlığa karşı hazırlanmış bir fiesta’yı da Almeria şehrinde gördük. Bu gösteride İspanyolların Endülüs Müslümanlarını bu ülkeden kovmaları canlandırılıyordu. Hıristiyanlar ile Mağripli Müslüman kılığındakiler kaleyi ele geçirmek için karşı karşıya geliyor, sonunda İspanyollar, Arapları yenerek kılıçları ile kovalıyordu. Bu ve buna benzer törenlerin birçok İspanya şehrinde geçmişten günümüze yapıldığını öğrenince, Türkiye’de bâzı illerimizin kurtuluş günlerinde yapılan törenlerle alay eden, bunu çağdışı gören entellerimizi düşündüm.

Endülüs, İslam’ın yok edilmiş medeniyeti

Endülüs (al Andulus) 711-1492 yılları arasında İber Yarımadası’nda Arapların hâkimiyeti altında bulunan bölgelere verilen isimdir. Endülüs (Andalucia  günümüz güney İspanya’sında özerk bölgenin adıdır) Başlıca büyük şehirleri; Almeria, Cordoba, Granada, Malaga ve bölgenin başkenti Sevilla’dır.

Tarihi Endülüs şehirleri İşbiliye (Sevilla), Kurtuba (Cordoba) ve Gırnata’ya (Granada) giderken sahil kesimleri Akdeniz bölgemiz bitki örtüsüne benzerken,  ülke içine girdiğimizde  İç Anadolu’ya benzeyen bir tabiat ve bitki örtüsü ile karşılaştık.

Sevilla

Sevilla’da en önemli eser, Endülüs döneminde kentin en büyük camisi iken, onun temelleri üzerine yapılmış ve minaresi kilise çan kulesine çevrilmiş Giralda Katedral’idir. İspanya’nın ünlü gotik kilisesi olan bu yapıda önemli kral ve devlet adamları yanında Amerika’yı keşfeden Kristof Kolomb’da defnedilmiş.  Katedral’de İslam sanat ve estetiğinin izleri görülüyor.

Cordoba

Kurtuba (Cordoba)  Endülüs Emevi Devleti’nin başkenti idi. Kurtuba Avrupa’da ilk üniversitesi olan ve ilk ışıklandırılan kent özelliğini taşıyor. Kurtuba o dönem, 800 bin kişilik nüfusuyla dünyanın en büyük şehirlerinden biriydi. Şehirde 500 camii, 300 hamam ve 70 halk kütüphanesi ve yalnız bir kitaplığında 600 bin kitap vardı. O yıllarda Avrupa’da bin kitaplı kent yoktu. Bir yılda yazılan kitapların sayısı 60 bin idi. O tarihte Avrupa’da okuma yazmayı ancak din adamları ve asiller bilirken, burada halkın % 99’u okuma yazma biliyordu. Kurtuba’daki en büyük eser, 786 yılında yapımına başlanmış 27 bin kişinin namaz kıldığı büyük camidir. Hıristiyanlar bu büyük eseri kiliseye çevirmişler. Caminin içi, binin üzerindeki mermer sütunu ve bunlara bağlanan kırmızı beyaz kemerleri ile orman gibi görünmektedir. İslamiyet’e ait motif ve işlemeler üzerine Hıristiyanlığa ait figürler konulmuş.

*

(Endülüs’ün Avrupa bilim ve kültürüne etkisi hakkında geniş bilgi için; Sigrid Hunke, Avrupa’nın üzerine doğan İslâm Güneşi,çeviri: Servet Sezgin,Bedir Yayınevi, İstanbul,19979)

Pakistanlı şair Muhammed İkbal, 1932’de Endülüs gezisinde Kurtuba camisini ziyaret eder. İçindeki Endülüs’ü kelimelere şöyle döker;

"Ne hayret vericiydi o Müslümanların devri;
Medeniyetleri inanılması güç bir efsane gibiydi.’’
Ve Kurtuba camisine şöyle seslenir;

"Ey Kurtuba Camii! Sanat âşıklarının Kâbe’si, İslam’ın azametisin
Endülüs toprağı harem(Kâbe) mertebesine çıkmıştır varlığınla senin!’’

Günümüzde Kurtuba Camisi’nde Müslüman ziyaretçilere namaz kılma izni kesinlikle verilmemektedir. Teşebbüs edenler kışkırtıcı veya El-Kaideci terörist denilerek polise teslim edilmektedir. İspanya’da 781 yıllık İslami dönemden bugüne, Müslümanlar için bir tek cami bile bırakılmadı. Bunu görünce, İstanbul’da açık yüzlerce kiliseyi, bölgede hiç Hıristiyan olmadığı halde Trabzon’da Sümela Manastırı’nı ve Van Akdamar’daki kiliseyi milyonlar harcayıp restore edip, ibadete açan hükümetimizi düşündüm. Ermeniler bununla da memnun olmayıp bastırmaları sonucu Akdamar müzesine bir de kocaman haç taktırdılar. Sen Müslüman olarak, onların istediği her şeyi yapacaksın. Fakat sen onlardan hiçbir şey isteyemeyeceksin.  Medeniyetler ittifakı veya dinler arası diyalog bu olsa gerek! 

Granada ve Elhamra Sarayı

İspanya gezisinin doruk noktası; Gırnata şehrinde İslâm sanat ve estetiğinin zirvesi olan Elhamra Sarayı’nı görmemiz idi. Elhamra Sarayı, Gırnata şehrine hâkim bir tepede saray, kale olarak yapılmış. Sarayın duvarları kırmızı tuğladan olduğu için Arapça hamr kökünden El hamra adı verilmiş.

Saraya Adalet Kapısı’ndan girdik. Saray, sayısız oda, salon, avlu, bahçe, havuz ve çeşmelerden oluşuyor. Ünlü ‘’Aslanlı Avlu’’ 124 ince mermer sütunla çevrelenmiş. Ortasında çanak şeklindeki fıskiyeli havuzun altında her birinin ağzından sular fışkıran 12 aslan heykeli duruyor. Sütunların üzerinde süslemeler ve Kur’an’dan ayetler yer alıyor. Sarayın bütün odalarının duvarları geometrik şekiller, süslemeler ve çinilerle kaplanmış. Uzayıp giden yazılar, süs motifi gibi görülmektedir. Bu yazılardan en dikkat çekici olanı sık sık tekrarlanan "Allah’tan başka galip yoktur" "La galibe illallah" yazısıdır. Birbiriyle bağlantılı odalar arasında yer alan salonlar ve bunların arasındaki avlular, yeşil alanlar, fıskiyeli havuz ve çeşmeler son derece ahenkli bir tarzda yapılmıştır.

Ünlü şairimiz Yahya Kemal, İspanya’da Madrid’de büyükelçilik yaparken 1927 yılında burayı gezmiş ve saray hakkında şunları yazmıştır; "Elhamra ‘ya basit bir dış kapıdan giriliyor. Girerken harikulâde bir mekân içine girileceğini farkına bile varılmıyor. Girdikten sonra bir âlemden başka bir âleme geçmiş, sanki bir rüyanın ortasına düşmüş gibi gözlerimi kapadım açtım.’’

Sarayı gezdikten sonra Cennetül Arifin adlı cennet gibi bahçe bölümünü gezdik. Burada fıskiyeler, havuzlarla son derece estetik, güzel bir şekilde tasarlanmış bahçeler gördük.

Sarayın arkasında tepeleri karla kaplı Sierra Nevada dağları görülmekte idi. Kimbilir sarayın yan tarafından bu dağlara giden yolda, 1492 yılında Beni Ahmer Devleti’nin son hükümdarı Ebu Abdullah, Gırnata’yı Hıristiyanlara bırakıp giderken oradan sevgili sarayına üzüntüyle baktı. İçine dolan büyük kederle gözlerinden yaşlar boşandı. Yanında bulunan annesi Ayşe Hanım, oğluna tarihe geçen şu sözleri söyledi; "Ağla oğlum ağla. Seni doğuracağıma, taş doğursaydım. Bir erkek gibi savunmadığın yerlerin karşısında şimdi bir karı gibi ağla.’’ 

Endülüs’ün bize anlattığı

Endülüs şehirlerinde ve özellikle Elhamra’yı gezerken kendimizi bu kültüre hiç yabancı hissetmedik. Çünkü bu ince, yüksek bir medeniyetin izleri olan eserler, milletimizin de içinde olduğu İslam Medeniyeti’nin müşterek eserleri idi.  İslam’ın tevhid anlayışı ile yapılmış bu eserler ve bizim kültürümüze yabancı olmayan sanatlar Endülüs’ e sevgiyle bakmamıza neden oldu. Fakat 8 asır süren koca bir medeniyetin ve onu var eden insanların vahşice yok edilmesi içimizi hüzünle doldurdu.

Bana göre; Türklerin Endülüs  Devleti’nin tarih, medeniyet ve yok oluşundan alacağı çok dersler vardır.

Emevi Devleti kumandanı Tarık Bin Ziyad,  711 yılında İber yarım adasına ayak basınca, gemilerini yakarak, askerlerine geri dönüş olmadığını gösterip, bu toprakları ele geçirdi. 750 yılından 1031 yılına kadar Endülüs Emevi Devleti dönemidir. Kurtuba bu devletin başkenti idi. Yukarda Kurtuba hakkında verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere Endülüs’ün en parlak dönemi bu dönemdir. 11.yüzyılda Endülüs Emevi Devleti toprakları çok sayıda devletçiğe bölündü.  Müslümanların iç çekişmeleri sonucu bölünen ve zayıflayan Endülüs sonunda Hıristiyanların eline geçti. 1492 yılında Gırnata’daki Beni Ahmer Devleti’nin yıkılışı ile İber yarım adasında 781 senelik İslâm hâkimiyeti sona ermekle kalmadı. Hıristiyanlar Müslümanlara ait bütün izleri; muhteşem camileri, sarayları, su kanallarını, kitaplıkları, hatta kitapları bile yok etti. Müslümanlar da ya öldürüldü, ya göçe, ya da din değiştirmeye zorlandı.

Osmanlı Sultanı 2.Bâyezid zamanında Kemal Reis bu ülkeden Müslümanları Osmanlı gemileriyle Afrika ve Anadolu’ya taşıdı. Müslümanlarla aynı kaderi paylaşan İspanya Sefarad Yahudileri de Osmanlı Devletine sığınarak Selanik ve İstanbul’da iskân edildiler.

Pakistan asıllı İngiliz yazar Tarık Ali, ‘’Nar Ağacının Gölgesi’’ isimli eserinde (Everest Yayınları, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul, 2001) "Birin içindeki çokluk’’ olgusunu nar meteforu ile ifade ederek 15. yüzyıl sonlarında Müslüman, Hıristiyan, ve Yahudilerin uzun yıllar barış içinde yaşadığı Gırnata’yı anlatır. Ancak 1492 yılında Kraliçe İsabel’in emriyle yerle bir edilen Gırnata’da binlerce insan öldürülür, iki milyondan fazla kitap yakılır ve bu topraklarda İslam’ın bütün izleri yok edilir.

Tarık Ali, esas olarak Batı Hıristiyanlığı ile İslâm dünyası arasındaki uzun süreli karşılaşmayı işlediği dörtlemesinin ilk kitabı olan bu romanı niçin kaleme aldığını şu sözlerle anlatır:

"Körfez Savaşı’nın patlak verdiği yıldı. Amerikan, İngiliz ve Fransız uçakları Bağdat’ı bombalarken, Batılılar savaşı bir video oyunu gibi seyrediyorlardı… Beni en çok kızdıran da şey de bir İngiliz televizyon spikerinin bu olayı haklı göstermek için, Arapların siyasal kültürü yoktur, demesiydi. Ben de buna tepki olarak İslam kültürünü ve tarihini araştırmaya karar verdim; İlk olarak da bu romanı 15.yüzyıldaki İspanya’da İslam’ın Avrupa dünyasından nasıl silindiğini yazdım…’’

Gırnata’nın ve Müslümanların yok edildiği yüzyılda Türkler 1453 yılında Hıristiyan Bizans’ı yıkarak İstanbul’u aldılar. İstanbul Fatihi genç padişah Sultan II. Mehmet, Hıristiyanları dinlerinde özgür bıraktı ve Hıristiyanların din işlerini düzenlemek üzere patrik görevlendirdi. Kiliseler kapatılmadı.

Müslümanlar, Endülüs’te, İstanbul’da, Osmanlı ülkelerinde Kur’an’ı Kerim’in Kâfirun suresi 6 ayetinde emredildiği gibi; "Benim dinim bana, senin dinin sana!" demek suretiyle çeşitli inanış ve imanlara gösterdiği saygıyı Hıristiyanlardan da esirgemedi.

Türkler 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nda Hıristiyan Bizans’ı yenerek, Anadolu’yu alıp, çok kısa zamanda Marmara kıyılarına ulaştı. Süleyman Şah 1075’de İznik’i başkent yaparak, Türkiye Devleti’ni kurdu. Hıristiyan dünyası Türklerin Anadolu’yu ele geçirmesini, hiçbir zaman kabul etmedi. 1096 yılından itibaren düzenlenen ve en sonuncusu 1922’de biten sayısız Haçlı Seferi ile Türkler Anadolu’dan atılmaya çalışıldı. Günümüzde Haçlı Seferleri çeşitli tertiplerle Türkiye’yi bölme, parçalama üzerine odaklanmış görünüyor.

İspanya’da Endülüs kentlerini gezerken, Endülüs-İslâm medeniyetinden kalabilen izleri görürken hep vatanımızı, vatan şehirlerini ve milletimizi düşündüm. "Acaba Türkiye ikinci bir Endülüs olur mu?’’ diye kendime sordum. Bu soruya tarihimize bakarak şöyle cevap verdim. Türkler tarihlerinin zor dönemeçlerinde devletlerinin ölümsüzlüğüne inanarak, millî birliği sağlayarak yüz akı ile geçmeyi, kendilerini kuşatan sorunlara çözüm bulmayı başardılar.   

Ocak 2012