“Adnan Özyalçıner’den Cazim Gürbüz arkadaşa surların kısıtlamadığı panayır şenliğine dönüşecek günler için… 27.12.1997 İzmit”

“Panayır-Sur” adlı öykü kitabını almışım, imza için uzatmışım Adnan Özyalçıner’e, bunları yazıp imzalamış… Bir de “Hasır Ören Padişah” adlı çocuk kitabı almışım, onu da yanında oturan eşi, şair-yazar rahmetli Sennur Sezer’e, o zaman 11 yaşında olan kızım Nagehan için imzalatmışım. Nagehan şimdilerde doktorasını yapmış bir akademisyen ve 9 aylık ikiz iki oğlan annesi. O kitap kütüphanemde duruyordu, geçenlerde kızıma verdim, kendi kitaplığına koysun, gün olur Alaz’la Uraz da okurlar umuduyla.

Neden anlatıyorum bütün bunları? Şundan. Adnan Özyalçıner’in 2017 yılı Kasım ayında yayımlanan “Torik Akını” adlı öykü kitabını yeni okudum. Bu kitaptaki öyküleri sevdim, çoğu belleğimde kalıcı izler bırakacaklar. Hele de o öykü.

“Çıplak ve Ölü” adlı öykü…

Güneydoğu’nun kentlerinden biri… Bir bayan PKK militanı, adı: Şilan. Dağdan inmiş gizlice. Gizlemiş silahını poşusunun altına, kentteki evine gidiyor, annesi hasta onu ziyaret edecek ve dönecek. Evde kızkardeşi var bir de onun da adı Ruken. Eve varırken bir genç görüyor Şilan’ı tanıyor, hatta yol da gösteriyor, “Arka sokaktan git” diye. Gidiyor, görüyor, dönecek artık, ancak o delikanlı ihbar etmiş onu güvenlik güçlerine. Çeviriyorlar bir caddede, vuruyorlar.

“E ne var bunda, ne olmuş, onca olay oluyor, bunun nesi ilginç ki?” diyorsunuzdur belki, haklısınız, ama şimdi o öyküden yapacağım alıntı, farkı gösterecektir size de:

“Yaylım ateşinin yırtıcı gürültüsünün ardından ortalık tam bir sessizliğe büründü. Ne klakson sesi, ne kaldırımda yürüyenlerin ayak sesleri. Soluk alan biri yoktu sanki. Bu sessizlik içinde yalnızca asker postallarının patırdanması duyuluyordu. Onlar da gelip ölünün çevresinde toplandılar. Yeniden bir sessizlik çöktü. Kısa süren bu sessizliği komutanın

-Soyun şunu! Diye bağıran sesi bozdu.

Askerler anlamsızca komutan baktılar. Komutan, gözlerini her birinin üstüne bir bir dikerek:

-Soyun şunu dedim ulan! diye kükredi.

Şilan’ı ele veren delikanlı:

-Yapmayın efendim, dediyse de askerler hemen işe girişti. Önce poşusunu çektiler başından, kanla yapışmış saçları örttü yüzünü. Ardından gömleğini çekip aldılar. Çıplak göğüsleri asfalta yayıldı. Akıl almaz bir çabuklukla pantolonuyla iç çamaşırı da çıkarılarak çırılçıplak bırakıldı. Böğründe açılan yaradan akan kan kalçasına bulaşmıştı. İşlerini bitiren askerler doğrulup kızın yerde çırılçıplak yatan ölüsüne bakıp sırıtmışlardı. Kalçalarının yuvarlaklığı diriymişçesine heyecanlandırmıştı onları. Eğilip ellemek geçiyordu belki de içlerinden. Kalabalıkta yaptıkları gibi. Komutan da kızın kalçalarına, asfaltın ezdiği yuvarlak göğüslerine dikmişti gözlerini:

-Güzel kızmış, dedi elinde olmadan. Sonra söylediğine pişman olmuş gibi postalının burnuyla bacaklarından dürttü kızın ölüsünü. Tekmeliyormuş gibisinden. Askerler de komutanlarını izleyerek postallarının uzuyla kızın çıplak gövdesinin orasına burasına belli belirsiz de olsa haz alarak dokundular. Yalnız askerlerin yanında dikilen delikanlı, kızın ölüsüne sırtı dönük duruyor, ona bakmıyordu. Komutan:

-Sen de bakacaksın! diyerek delikanlının yüzünü güçlü pençelerinin arasına alıp çevirdiğinde, içinde inanılmaz bir acı duyarak kalçasına bulaşan kanı görmüştü. Komutan, delikanlının iki avucu arasına sıkıştırdığı yüzünü ellerinden bırakmaksızın,

-Bana bak! dedi, iki yanağını hafifçe tokatladı.

-Kentte herkes sırayla görmeye gelecek, ister tiksinsinler, ister zevk alsınlar, sabaha kadar kalacak bu kahpe!
Ellerini yüzünden çektikten sonra da,

-Anlaşıldı mı! diye sırıttı.

Komutanın emrettiği gibi kent halkı gerçekten de akşam ezanı, yatsı ezanı demeyip çıplak ölünün önünden geçmeye, onu seyretmeye zorlandı.”


Özetim bu kadar. Siz de benim gibi şaşırdınız, şoke oldunuz, dehşete düştünüz öyle değil mi?

Ben ki, “Nikolay’ın Av Köşkü” adlı öykü kitabına “Bildiğim Şehit Öyküleri” adlı bir özel bölüm almış adamım. Altı tane de şehidi anlatırım orada, bunların altısı da tanıdığım, hayatımda olan kimselerdir. Yani işin PKK tarafında değil, öteki tarafındayımdır ve onları yazmışımdır. Özyalçıner’in anlattığı bu Şilan adlı bayan militan, büyük olasılıkla çok askerin kanına girmiştir, yoksa onca kin duymazdı o komutan ona.

Kin duymasından daha doğal bir olay da yoktur. Oralarda canhıraş bir savaş sürüp gitmekte. Ancaak, bir ölüye bu muamele yapılmaz, bunu bir Türk subayı yapamaz, yapmamalı. Özyalçınar bu olayı büyük olasılıkla birilerinde dinlemiştir, bir yazar olarak çarpıcı, sarsıcı ve ilginç gelmiştir, yazmıştır. Yazabilir. “Niyetten hakikate alınan yolda; hayattan yazı, yazıdan hayat yapılır” der Murathan Mungan. Bir yazarın işi ve işlevi de odur zaten; o yazacak, hayattan yazı, yazıdan hayat yapacak ki, toplumu sarssın, kendisine getirsin. Hem zaten O, kimsenin tarafında da değil anladığım kadarıyla, “Kalabalıktan Birileri” adlı bir başka kitabında “Güneydoğuda iki tarafça inatla sürdürülen iç savaş” demesi bunu kanıtlıyor. Bu savaşın sona ermesini istiyor. Bunu hepimiz de istiyoruz aslında. Ancak bir türlü olmuyor bu, 1984 yılından beri sürüp gidiyor.

Ve günün birinde böylesine iğrenç, utanç verici, insafsız ve vicdansız bir olay sergileniyor o coğrafyada. Münferit bir olay da olsa, çok çirkin. Böylesi çirkinlikler oradaki halkı devletine düşman eder, o örgüte bağlı kılar.

Evet Özyalçıner yazmış (doğrusu eğrisi, vebali onun başına), ben de alıntıladım ki gazetecilik güdüsüyle, o kitapta kalmasın, duyurayım, okunsun, tartışılsın…