İsim yapmış…  O isimde eyleşiyor, o ismin isim hakkını satarak geçiniyor nice yıldır. Ve gün oluyor birisi çıkıp diyor ki, bu yaptığın ismin köşe taşları çalıntı. Kuduruyor, kudururken de zırvalıyor “O taştan dolayı şikâyetçi var mıymış?”

Hımm… Yok muymuş? Bu yokluk çalıntıyı aklıyor mu yoksa?

“Kendime idealist diyemiyorum… Yaşadığım hayat itibariyle diyemiyorum… Ama idealizmin bütün ölçülerini bilirim, hem de iyi bilirim…” Bilirsin elbet, bir idealin vardı bir zamanlar, sonra lekelendi değil mi? Nerede lekelendi, o yaşadığın hayat nasıl bir hayattı sahi? Onun ölçü-biçisini de ben diyeyim mi? Hani o namus satılan yerin duvarı… Hatırla… Oraya çıkmıştın alkol duvarını aşmış durumda… O duvar sana o kafayla Kafkas Dağları gibi gelmiş olmalı ki: “Şeyh Şamil”i okumaya başlamıştın “Kafkas Dağlarının hürriyet güneşidir” diyerekten.

Ve bugün karşımdasın, “milli ve manevi değerler” diyorsun ve ekliyorsun uyarılı, ihtarlı: “Yanında manevi olmayan milliyi ben neyleyeyim?”

***

Beni okuyor, yazılarımı, kitaplarımı okuyor, yarım asırdır da tanır... Okur ya, takdir cimriliği sürer gider... Onun takdirine ihtiyacım yok ama insanın zoruna gidiyor böylesi küçük hesaplar içinde olması ve anlamıyorum sanması... Yıllardır susuyor dayanıyordum, onca yılık arkadaşlığın hatırına... Ta ki geçen yıl bu adamın ortalık karıştıran bir de müzevirliğine tanık oluncaya dek... Sonra kestim ilgiyi...

Bir gün şeytan dürttü, merak edip girdim baktım facebook sayfasına. Onca yıldır övgüden şişmiş, obezleşmiş birine övgüler yağdırıyor şehvetli cümlelerle. Arif Nihat Asya kıvamında şairmiş o muhterem...

Biz onun ne kıvamda olduğunu biliriz.
Sen hangi kıvamdasın? Kıvamına dürteyim senin!

***   

Dört kişi tanıyorum; lakapları ve işlevleri ile sunayım bunları dikkatinize: Ağzı bozuk, ara bozan, acul ve afsunlu… Bunlar bu toplumdaki nice tiplerin birer simgesi, temsilcisi gibidirler özellikleri ve işlevleri bakımından. Ağzı bozuk’tan başlayalım; sövmezse, sinkafsız ve argosuz konuşmazsa, sözünün etkili olamayacağını, ağırlığının, saygınlığının ve babalığının olmayacağını sanmakta. Ara bozan; ara bozmadan önce, kusur ve eksiklik arar, birinin bir başkası hakkında dediklerinden parmağına dolayacak ögeler arar. Bulduğunda pek sevinir, su sızmayan aralara pis su sızdırabilmiştir. Acul mu? Aculluğu kıskandıklarına dönüktür, onları açık düşürecek söz ve eylemlere muttali olmuşsa, aculluğu girer devreye işte o zaman, hem de ışık hızıyla… Ve afsunlu… Bunun afsunu kendi özünde, kendini afsunlar otomatik olarak. Bu afsunlanma, onu, kendi dışı ile iletişimsizliğe götürür. Barışık değildir dışıyla, ilgili hiç değildir, bilgili de olamaz doğal ki bu durumda.

Bu dört a’dan (aculdan, ağzı bozuktan, ara bozandan ve afsunludan) korkunuz, ben korkuyorum…

***

Af buyurunuz, yazacağım, mecburum... Erzurum'da gençlik yıllarımda, yaşına, konumuna, gücüne bakmayıp diklenenlere "tik ossuruk" derlerdi. Son yıllarda bu "tik ossuruk"lar öyle çoğaldılar ki...

İşin en komik yanı da ossuruklarını nükleer bomba sanmaları...

***

Sen yetiştirdiğin en nadide gülünü koparıp dost bildiğine verirsin. Derken gün olur devran döner, o gülün ağacının altına azıcık hayvan gübresi gerekir. O dostun da hayvanı ve dışkısı boldur. İstersin versin de atasın o ağacın altına. Vermez... "O benim bildiğim gübrelerden değilmiş, pek kıymetli bir hayvanın kıçından çıkmışmış..."