Karabey Ağa, kıtlık yılları bilinen 1940'lı yıllarda Şingâh mahallesinin muhtarlığını yaptı. Şeker, yağ, patates, ekmek gibi temel gıda maddelerinin  karne ile muhtarlar tarafından dağıtıldığı bu yıllar, İkinci Dünya savaşının yaşandığı, atom bombasının ilk defa kullandığı felaket yılları idi. Ülkemiz, savaşın dışında kalmakla birlikte, birkaç yıl önce yaşanan aşırı kuraklığın da etkisi ile uzun seneler kıtlık ve yokluk çekmekten kurtulamadı.

Dostu, emekli muallim, Şingâh Mahallesi fahrî İmamı Hoca Ahmed Efendi'nin Kaleardı Köprüsünden aşağıya uzanan Çoruh'un kenarındaki büyükce arazisini işleyen Karabey Ağa; kuraklıktan dolayı iki yıl üst üste ektiği   tohumu dahi geri alamamıştı.

Yağmurun bolca yağdığı yıllarda ise Çalılı Tarla diye bilinen bu tarla verimliliği ile meşhurdu, aldığı tohumu kat kat geri verirdi. Yazları, daha çok da harman zamanları gün boyu çalışıp, çok defa geceledikleri, Kalenin arkasında, Çoruh'un kenarındaki bu doğa harikası yerde iki ailenin fertlerinin de güzel anıları vardı. Sonradan aynı araziyi işleyen Mehmet Koçer’in de belirttiği gibi, sohbetlerinde Hoca sık sık "her şeyi dirilten sudur" anlamındaki ilahî kelâmı hatırlatıyor, çeşitli konulardaki sohbetleri zevkle dinleniyordu. Şehrin ortasından geçip, İspir’e doğru akıp giden nehirden ve kollarından yeterince istifade edilmediği de en çok konuştukları konulardandı.

Sabah namazından bir saat önce kalkarak, şimdi kayıp olan ve İslâm’da miras hukukunu anlatan; "Fetevayi El Feraizül Kübra’’ gibi eserlerini yazan Ahmed Efendi muallimlikten kalma alışkanlığı ile her gün yaptığı gibi, sabah ve öğleden sonra yardımcıları ile beraber talebelerini okutmuş, çalışacakları derslerini vermiş, Şingâh Camiinde   ikindi namazını kıldırmış, ağır ağır Kaleardı’na iniyordu. Karabey  Ağa da onun geldiğini görünce çalışmaya ara verip, oturup sohbet edecekleri istirahat yerine yöneldi. Hanımı Havva'dan çay hazırlamalarını istedi. İyi bir keyveni olan, herkesin hürmet edip saydığı hanımı, çabukça yanan ocağı demir ile karıştırıp odun attıktan    sonra, su dolu güğümü üzerine yerleştirdi.

Nehirden gelen su şırıltısının, ikindi vakti Soğanlı dağlarından esen serin Balkar rüzgârının hareketlendirdiği  söğüt ağaçlarının renkleri gümüşe çalan yapraklarının hışırtısına karıştığı, etrafın yeşil otlar ve henüz solmamış papatya, deli patpat, orkide, sümbül gibi çiçeklerle kaplı olduğu yazın, adeta cennetten bir köşeye benzeyen bu yerde, rüzgârın ve Çoruh'un serinliğinde akideyle içtikleri ikindi çayı, bir farklı lezzette idi ve çok sarmıştı.

Çayı demleyen Karabey Ağa'nın kızı, su azalınca gafuganın içine düşüp, kaynar suda şişen kurbağayı fark etmişti ama, insanlar çaylarını öylesine zevkli içiyordu ki sesini çıkarmaya cesaret edemedi. Çay faslı bittikten sonra herkes olup biteni öğrendi, o anda midesi bulananlar olsa da, kurbağalı sudan yapılan çayın lezzeti o günlerde kulaktan kulağa bütün şehrin diline düşmüş, zaman içinde  tatlı bir anı olarak kalmıştı.