Türk ordusundan; kafası ve gönlü dolu, yeni savaşımlara hazır, kalemi yazmaya can atan bir asker olarak emekli oldu Cumhur Utku. Atatürk devrimleri, laik cumhuriyet, cumhuriyet tarihi ve yakın tarihimiz üstüne değerli ve önemli yapıtlara imza attı. Bu yapıtların kimilerini Alain’in “Tarihi aydınlatan romandır. Tarih ancak yeniden yaşatma sanatı olursa, romanla eşitlenmiş ona yetişmiş olur” sözüne uyarlı olarak roman kurgusunda kaleme aldı.

Bu üretken yazarın, yeni okuyup bitirdiğim “General Muğlalı Sendromu” adlı, belgesel ve biyografik olmak yanında; tıpkı N.Couisins gibi, tarihi “mükemmel bir erken uyarı sistemi” olarak gören biçem ve yaklaşımda yazdığı romanından söz edeceğim. 

Galeati Yayıncılık tarafından yayımlanan bu roman 160 sayfa.

Bizde Türk Milliyetçisi geçinen kesimler Muğlalı’yı oy kaygısıyla ağızlarına almazlar; İslamcılar ve Liberaller için Muğlalı, Cumhuriyete çamur atma gerekçesidir, Kemalizm karşıtı sol çevrelerse Muğlalı Olayı’nı Ahmet Arif’in “33 Kurşun” şiiri kadar bilirler, ötesini araştırmazlar.

33 Kurşun şiiri…  Okuyalım hele:

“ 1. 
   Bu dağ Mengene dağıdır
   Tanyeri atanda Van'da 
   Bu dağ Nemrut yavrusudur 
   Tanyeri atanda Nemruda karşı 
   Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur     
   Bir yanın seccade Acem mülküdür 
   Doruklarda buzulların salkımı
   Firari güvercinler su başlarında 
   Ve karaca sürüsü, 
   Keklik takımı...
   
   Yiğitlik inkâr gelinmez 
   Tek'e - tek döğüşte yenilmediler 
   Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
   Gel haberi nerden verek 
   Turna sürüsü değil bu 
   Gökte yıldız burcu değil 
   Otuzüç kurşunlu yürek 
   Otuzüç kan pınarı 
   Akmaz, 
   Göl olmuş bu dağda... 

   2. 
   Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı 
   Sırtı alaçakır 
   Karnı sütbeyaz
   Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı 
   Yüreği ağzında öyle zavallı 
   Tövbeye getirir insanı 
   Tenhaydı, tenhaydı vakitler 
   Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı
   
   Baktı otuzüçten biri 
   Karnında açlığın ağır boşluğu 
   Saç, sakal bir karış 
   Yakasında bit, 
   Baktı kolları vurulu, 
   Cehennem yürekli bir yiğit, 
   Bir garip tavşana, 
   Bir gerilere. 

   Düştü nazlı filintası aklına, 
   Yastığı altında küsmüş, 
   Düştü, Harran ovasından getirdiği tay 
   Perçemi mavi boncuklu, 
   Alnında akıtma 
   Üç topuğu ak, 
   Eşkini hovarda, kıvrak, 
   Doru, seglavi kısrağı. 
   Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

   Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı, 
   Böyle arkasında bir soğuk namlu 
   Bulunmayaydı, 
   Sığınabilirdi yüceltilere... 
   Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,      
   Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı, 
   Yanan cıgaranın külünü, 
   Güneşlerde çatal kıvılcımlanan 
   Engereğin dilini, 
   İlk atımda uçuran 
   Usta elleri... 

   Bu gözler, bir kere bile faka basmadı 
   Çığ bekleyen boğazların kıyametini 
   Karlı, yumuşacık hıyanetini 
   Uçurumların, 
   Önceden bilen gözleri... 
   Çaresiz
   Vurulacaktı, 
   Buyruk kesindi, 
   Gayrı gözlerini kör sürüngenler 
   Yüreğini leş kuşları yesindi...

   3. 
   Vurulmuşum 
   Dağların kuytuluk bir boğazında 
   Vakitlerden bir sabah namazında 
   Yatarım         
   Kanlı, upuzun... 

   Vurulmuşum 
   Düşüm, gecelerden kara 
   Bir hayra yoranım çıkmaz 
   Canım alırlar ecelsiz 
   Sığdıramam kitaplara 
   Şifre buyurmuş bir paşa 
   Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız 

   Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 

   4.
   Ölüm buyruğunu uyguladılar, 
   Mavi dağ dumanını 
   ve uyur-uyanık seher yelini 
   Kanlara buladılar. 
   Sonra oracıkta tüfek çattılar 
   Koynumuzu usul-usul yoklayıp 
   Aradılar. 
   Didik-didik ettiler 
   Kirmanşah dokuması al kuşağımı 
   Tespihimi, tabakamı alıp gittiler 
   Hepsi de armağandı Acemelinden... 

   Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız 
   Karşıyaka köyleri, obalarıyla 
   Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu, 
   Komşuyuz yaka yakaya 
   Birbirine karışır tavuklarımız 
   Bilmezlikten değil, 
   Fıkaralıktan 
   Pasaporta ısınmamış içimiz 
   Budur katlimize sebep suçumuz, 
   Gayrı eşkiyaya çıkar adımız 
   Kaçakçıya 
   Soyguncuya 
   Hayına... 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki... 

   5.
   Vurun ulan, 
   Vurun, 
   Ben kolay ölmem. 
   Ocakta küllenmiş közüm, 
   Karnımda sözüm var 
   Haldan bilene. 
   Babam gözlerini verdi Urfa önünde 
   Üç de kardaşını 
   Üç nazlı selvi, 
   Ömrüne doymamış üç dağ parçası. 
   Burçlardan, tepelerden, minarelerden 
   Kirve, hısım, dağların çocukları 
   Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

   Bıyıkları yeni terlemiş daha 
   Benim küçük dayım Nazif 
   Yakışıklı, 
   Hafif,    
   İyi süvari 
   Vurun kardaş demiş
   Namus günüdür 
   Ve şaha kaldırmış atını. 

   Kirvem hallarımı aynı böyle yaz 
   Rivayet sanılır belki 
   Gül memeler değil 
   Domdom kurşunu 
   Paramparça ağzımdaki...  

   
Cumhur Utku, kitabın en başlarında şu yargıya varıyor ve okuru ile paylaşıyor: “Ahmet Arif de haklı, General Mustafa Muğlalı da…”

Peki gerçekten neydi, Van-İran sınırında neler olmuştu? İkinci Dünya Savaşı yılları, Sovyet Birlikleri İran’ı işgal etmişler ve gelip bizim sınıra dayanmışlar. Dayansınlar ama rahat durmuyorlar, her iki tarafa girip çıkan kaçakçıları örgütlemişler, bize karşı kullanıyorlar, biz karşı önlemlere başvurunca ise, tehdit yazıları yolluyorlar ya da birliklerini bizim topraklarımıza sokmaktan çekinmiyorlar. Peki biz hâkim miyiz sınırlarımıza? Ne yazık ki değiliz, teknik olanaklar ve personel sayımız yeterli değil. İşte General Mustafa Muğlalı bu ahval ve şerait altında, Kolordusuna bağlı olan Van’daki sınır birliklerini etkili duruma getirmek istiyor.

O Muğlalı ki Dersim Dağlarında görev yaptı, Lice’de mücadele verdi, Menemen ve Kubilay olayında Mahkeme başkanıydı, cumhuriyet ve devrim karşıtı yobazları yargılayıp ipe yollamıştı. O Muğlalı ki, Hatay sorununda Atatürk’ün kaygılı olduğunu gördüğünde “Atam siz üzülmeyin, beni Kayseri 6.Kolorduya tayin edin. Bir manevra bahanesiyle kısmî seferberlik yapayım, emrimdeki iki tümen ve Dörtyol’daki iki dağ tugayı ile Suriye’ye girip Antakya ve İskenderun’u Fransızlardan alayım. Sonra da siz beni âsi ilan eder, gelir asarsınız” diyebilmiştir. Atatürk, Muğlalı’nın bu önerisine barışçıl yollara öncelik verilmesi kaydıyla olumlu bakmıştır.

İşte bu Muğlalı, komutanlığın inisiyatif kullanma, risk alabilme olduğunun da bilincinde olarak, hudut birliklerine kaçakçılar ve Rus askerleri bakımından “vur emri” veriyor.

Vur emri… Vur deyince öldürülür elbet, bunun burası askerlik, ammaaa komutanlar halka karşı sabırlı ve vicdanlı olacaklar, hukuk dışına da çıkmayacaklar. 

Peki Muğlalı’nın astları hukuk dışına çıkıyorlar mı, belli ki öyle; vicdansızlık ediyorlar mı, evet; General Muğlalı’dan bazı gerçekler saklanıyor mu, ne yazık ki bu sorunun yanıtı da evet.

Kaymakam ve tabur komutanının yalanları, saptırmaları ile hiç yere 31 kişi ölüyor, 32’inci kişi İsmail Özay, bir gün İran tarafından çıkageliyor, teslim oluyor ama sonra olaydan dolayı şikâyetlerde bulunuyor.

O günlerde yapılan soruşturmalardan bir şey çıkmıyor, ama devran dönüyor, Muğlalı emekli oluyor, 1950’de iktidar CHP’den DP’ye geçiyor, Van’daki bu kaçakçıların öldürülme olayını, İsmet Paşa aleyhine kullanmak isteyen DP iktidarı olayı kaşıyor, meclise taşıyor. Ve sonunda Muğlalı, Genel Kurmay Askeri Mahkemesi’nde yargıçlar karşısına çıkıyor. 

Avukatı, Nihal Atsız’ın da avukatlığını yapmış değerli bir hukukçu, Muğlalı’yı uyarıyor: “Paşam sakın ha, ben emir verdim, demeyiniz.” Ses etmiyor Muğlalı Paşa ama bir anda ayağa kalkıyor ve tarihe geçen, mertlik ve yiğitlik dolu şu sözleri söylüyor: “Sayın Başkan, bu sorgulanma işkencesinin bir an önce bitmesini istiyorum. Devletin güvenlik kuvvetlerinin ve Ordunun haysiyetini korumak benim görevimdir. Sorumluluk bölgeme huzur ve emniyet getirmek bana verilen görevdir. Aynı zamanda milli servetlerin kaçırılmasını önlemek için her çeşit ihtara rağmen casusluk ve talanlarına devam edenlere karşı bu tedbirleri almak her askerin görevidir. Bütün bu görevleri yapmak zorunda idik. Evet, bunların yerine getirilmesi için o subaylara ben emir verdim. Memur ve subayların bir suçu yoktur, bunlar suç ise suçlu benim.”

Mahkeme başkanı, bir soru daha soruyor, can alıcı bir soru:

“Ya emrinizi yerine getiremeselerdi ne yapardınız?”

İşte yanıt: “Benim emrimi yerine getirmeyecek subay yoktur. Çünkü ben kanun dışı bir emir vermem. Farz et ki emrimi yapamasalardı, gider şâkileri kendim öldürürdüm.”

Bu sözlerin karşılığı olan ceza, idam oluyor. İdam cezası daha sonra 20 yıla çevriliyor ama tıpkı bugün bazı paşalarımıza yapıldığı gibi Muğlalı’nın hakkıyla aldığı rütbeleri geri alınıyor. Kirada oturan Paşa’nın ailesi maddi sıkıntıya düşüyor. Ve Muğlalı’da yaşadıklarının şoku ile hastalıklar çıkıyor, hastaneye alınıyor, buna bile o malum çevrelerden itirazlar geliyor. Sonra bellek yitimi, ileri derecede bunama başlıyor (tıpkı bugün cezaevinde bulunan bazı rütbesi alınmış generaller gibi) ve bir gün çilesi bitiyor bu yiğitlik ve mertlik simgesi Paşa’nın, 11 Aralık 1951 günü göçüyor ötelere.

Genel Kurmay Başkanlığı orgenerallere yapılan cenaze töreninden daha saygın bir tören düzenliyor, İstanbul Garnizonundaki tüm subay ve astsubaylar katılıyor ve cenaze Edirnekapı şehitliğine defnediliyor. Böylece Mustafa Muğlalı Paşa, silah arkadaşlarının gönlündeki saygın yerini koruyor ve onların gözünde suçlu değil, gerçek bir kahraman olduğu cümle aleme ilan ediliyor. 

Ediliyor ama bu olay askerlerimizin kulağına küpe de oluyor, bu tür olaylar da emir verecekleri zaman Muğlalı Sendromu onları sarabiliyor.

Cumhur Utku Komutan, romanının başlarında, aynı coğrafyada görev yapan bir yüzbaşıdan söz ediyor. Bu yüzbaşıya komutanları Muğlalı Olayı’nı araştırıp öğrenme görevini de vermişlerdir. O da durmadan araştırıyor, belge ve bilgi topluyor, dosyalıyor. Ama bir gece Kutu Deresinde PKK’ya karşı düzenlenen bir operasyonda şehit düşüyor. Bu romandaki bilgiler de işte o şehit yüzbaşının dosyasından derlenme. Bu da bu romanın önemli ve hatta kutsal yanı.

Romanda bu kutsallık yanında, bölüm başlarına konulan çarpıcı özdeyişler de var, bunlar da bu kitabı daha okunaklı ve meraklı kılıyor.

Evet benden bu kadar, alınız okuyunuz, kalan ayrıntıları da öğreniniz.