Tuna Estergon adını ve tarih öyküsünü ilk defa ortaokulda çok sevdiğim tarih öğretmenimden duydum. Yıllar sonra eski Osmanlı ülkeleri ve şehirlerini gezmeyi düşündüğümde, öncelikle Estergon’a gitmeyi istedim.
Tuna Estergon adını ve tarih öyküsünü ilk defa ortaokulda çok sevdiğim tarih öğretmenimden duydum. Yıllar sonra eski Osmanlı ülkeleri ve şehirlerini gezmeyi düşündüğümde, öncelikle Estergon’a gitmeyi istedim.
Bir sonbahar ayında uçakla Budapeşte’ye geldik. Ertesi sabah, metro ile Arpad köprüsü yakınındaki garaja gittik. Oradan bir otobüsle Estergon’a doğru hareket ettik. Yolculuğumuz Tuna nehri kıyısından Macar ovalarını seyrederek bir buçuk saat sürdü. Yeşillikler içindeki, temiz, bakımlı köy ve şehirlerden geçerek Estergon’a vardık.
Estergon kalesi Tuna nehri kıyısında bir kartal yuvası gibi yükseliyordu. Önce kalenin müzesini gezdik. Müzede Estergon’un tarih içindeki macerasını gösteren eşyalar; özellikle Türklerle ilgili silâhlar, resimler ve diğer eserler vardı. Müzeyi gezdikten sonra kalenin en yüksek burcuna çıktık. Aşağıda Tuna nehri, Estorgon kalesi eteklerinde kıvrılarak akıyordu. Estergon kalesi, türküde söylendiği gibi subaşı duraktı. Tuna’ya, kaleye anlatılamaz duygularla baktım. Kim bilir benim bulunduğum bu serhat kalesinde, bu mazgalda hangi subayımız, hangi askerimiz Tuna’ya baktı? Burada nasıl mücadeleler oldu? Hangi askerimiz, “İlay-ı kelimetullah” için, “vatan” için burada şehitlik şerbetini içti?
Şühedâ için ellerimi açıp, fatihalarımı onların ruhuna gönderdim. Buraya gelmeden, bir kere daha okuduğum Estergon kalesi için atalarımın o zamanki tarihi gerçeklere ve mantığa uygun şanlı mücadelelerini hatırladım.
***
Estergon, 16. ve 17. asırlarda Türk akıncılarının ve serhat gazilerinin en namlı merkezlerinden biri, önemli bir Türk kalesi ve şehri idi. Estergon Budin’den Slovakya ve Viyana’ya doğru Doğu Avusturya yoluna hâkim en önemli kale idi.
Estergon, 1526’da Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Zaferi’nden sonra alınmış, daha sonra 1539’da Almanlar tarafından işgâl edilmişti. Kanunî, 1543’da bütün Macaristan’ı Türk Devletine bağladığı seferde, 29 Temmuz’da Estergon önüne geldi. 12 gün süren kuşatmada, kale 315 topla bombardıman edildi. Kalede Alman, İtalyan, İspanyol, Hırvat, Çek, Slovak ve Sloven birliklerinden oluşan bir Haçlı garnizonu vardı. Kale 10 Ağustos’ta teslim edildi. Camiye çevrilen büyük kilisede Kanuni Sultan Süleyman namaz kıldı.
Estergon’u Almanlar bir kere daha 1594’de ele geçirdi. Aradan on yıl geçtikten sonra, 1605’de Lala Mehmet Paşa, 1 ay 5 gün süren çok şiddetli çarpışmalardan kaleyi yeniden Türk yönetimine aldı.
Estergon’un elimizden çıkması 1683 yılında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın büyük hataları yüzünden gelen Viyana kuşatması bozgunu nedeniyledir. 1 Kasım 1683’de kale büyük Haçlı ordusuna 22 gün dayanabildi. Estergon toplam 128 yıl Türklerin elinde kaldı. Bu kısa tarih özetinden bile, Estergon’un nice arslan pençeli yiğidimizin kahramanlıklarını gördüğünü, nice şehidimizin o kale için kanını akıttığına şahit olduğunu anlıyoruz. Estergon’un kaybı, bu kale için nice mücadelelere girmiş bir kahramanımızı öyle duygulandırdı ki; Tuna kıyısına oturup sazını eline aldı ve bugüne kadar gelen o türküyü söyledi:
Estergon kalesi su başı durak
Kemirir gönlümü bir sinsi firak
Gönül yâr peşinde, yâr ondan ırak
Akma Tuna akma, ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım
Estergon kalesi su başı kale
Gökler ser çekmiş burçları hele
Biz böyle kaleyi vermezdik ele
Akma Tuna akma, ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım
Estergon kalesi papazla doldu
Ay tutuldu güneş buluta girdi
Nesneler karadan yaslar bağladı
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar, kara bahtlıyım
Kalbimde gümbürdeyen mehter davulları ve içimi yakan bu hüzünlü düşüncelerle kaleden ayrıldık. Kalenin yanında lenduha bir katedral ve önüne dikili büyük bir haç ve etrafta bir sürü kilise vardı. Estergon tarihte Macaristan piskoposluğunun merkezi idi. Şehirde görülecek bir şey olmadığından, Anadolu kasabalarındaki gibi bir pazar yerinden garaja doğru yürüdük. Vaktiyle atalarımızın at koşturduğu uçsuz bucaksız Macar ovalarından geçerek, 1.5 saatlik bir yolculuktan sonra Budapeşte’ye geldik.
Budapeşte
Budapeşte, 1.702.297 nüfusu ile 10 milyon nüfuslu Macaristan’ın başkentidir. Macaristan’ın fert başı milli geliri 11.680 Dolardır. (Kaynak: Der Fischer Weltalmanach 2010)
Tuna nehri, Budapeşte’yi ikiye ayırıyor. Buda, kentin tepeli kısmında. Tuna’yı gerdanlık gibi süsleyen köprülerle geçilen Peşte ise ovalık bir alanda yer alıyor. Önemli resmi yapılar, parlamento, opera ve tiyatrolar burada.
Macarlar tarihleri ile bağlarına çok önem veriyor. Eski yapıları yıkıp gökdelenler dikmemişler. Binalar ve evler hep rönasans, gotik, barok gibi eski tarzlarda yapılmış. Binalar ve ön cephelerindeki bu tarzlara ait süslemeler, rölyef, heykeller ile şehircilik anlayışında Avusturya’nın tesiri görülüyor. Türklerden sonra, 1. Dünya Savaşı’na kadar Macaristan’a egemen olan Avusturyalıların Türk eserlerini yok etmesine karşılık, Macarlar kalabilen Türk eserlerine sahip çıkmışlar. Macarlarda Türklere karşı diğer Balkan ülkelerinde gördüğümüz kompleks yok. Bizi tarihlerinin bir parçası olarak görüyorlar. Onun için Türklerden kalan cami, hamam, türbe, kale gibi eserleri koruma altına almışlar. Budapeşte’de ve diğer şehirlerinde bazı caddelere Türk isimleri vermişler.
Atalarımız Budapeşte’ye 157 yıl egemen oldu. Osmanlının bu şehrinde bizden bir çok hâtıra var. Gülbaba Türbesi’ni ziyaret etmek istiyoruz. Şehrin Buda kesimine tranvayla Margit Köprüsü’nü geçerek gidiyoruz. Şehrin çok kullanışlı bir metro ve tranvay ulaşım ağı var. Bir Osmanlı hamamı yanından yürüyerek nihayet Gül Baba türbesinin bulunduğu Rozsadomb’a yani Gül tepeye ulaşıyoruz.
Türbe gül ağaçları ile dolu bir bahçenin içinde. Taştan, sekizgen şeklindeki küçük yapının kurşunla kaplı kubbesi üzerinde bir hilâl duruyor. Yapının bir tek penceresi ve kapısı var. Sanduka türbenin ortasında ve üstüne Türk işi bir örtü serilmiş. Duvarlar levhalarla süslenmiş. Gül Baba 1541’de vefat etmiş. Türbeyi 1543 - 1548 yılları arasında Mehmet Paşa yaptırmış.
Gül Baba’nın şahsiyeti hakkında bildiklerimizi ünlü gezginimiz Evliya Çelebi’ye borçluyuz. Evliya’ya göre; Gül Baba’nın asıl adı Cafer’dir. Amasya’nın Merzifon kazasındandır. Sarığında hep gül taşıdığı için ona bu isim verilmiştir. Gül Baba, ordu sefere çıktığında askerlerin yanında onlara güç veren, manevî fethe katılan derviş, alperenlerimizden biri idi. Yeniçerilerin piri Hacı Bektaş-ı Veli olduğu için bu Bektaşi dervişinin de ordu üzerinde büyük etkisi vardı. Onun Budin’in 1529’da fethinden sonra 11 yıl bu şehirde yaşadığını ve Macarlara da kendini sevdirdiğini öğreniyoruz. Gül Baba 1541’de vefat ettiğinde cenaze namazı, aralarında Kanuni Sultan Süleyman’ın da bulunduğu 200.000 kişi ile kılınmıştır. Türkiye’de Gül Baba’nın ahvadı olarak bilinen en ünlü isim, büyük yazar ve düşünürümüz Samiha Ayverdi’dir.
İnsanları kendine sevgiyle çeken mütavazi Bektaşi dervişi Gül Baba’dan ayrılıp, şehre dönüyoruz. Macarlar her yere kendi tarihlerinin önemli devlet, fikir ve sanat adamlarının heykellerini koymuşlar.
Güzel Sanatlar Müzesi önündeki heykeller topluluğu adeta Macar tarihini canlandırıyordu. Önde Arpad ve arkadaşları atları ve devasa heykelleri büyük bir kaidenin üzerinde duruyordu. İki yanda Macar tarihinin önemli şahsiyetleri boy boy sıralanmıştı. Heykel kaidelerinde kabartmalar halinde zaferleri resmedilmişti. Heykeller arasında İmre Tökeli ve L. Kossuth’da vardı.
Tökeli Avusturya’ya karşı Osmanlı’nın yanında yer alan Macar kralı idi. Tökeli Osmanlı’ya sadakatını mührüne şöyle yazdırmıştı;
‘’Muin-i Ali Osman’a itaat üzereyim emre, Kral-ı Orta Macar’ım ki namım Tökeli İmre’’
Lojos Kossuth ise Avusturyalılardan kaçarak Türkiye’ye sığınan, Kütahya’da bir kaç yıl yaşayan bir Macar milliyetçi devlet adamı idi. Bu blokların önünde meçhul asker abidesi ve nöbet bekleyen iki asker vardı. Böylece geçmişten günümüze bütün Macar tarihi bu meydanda idi…
Resim ve heykel müzesinde büyük ressam ve heykeltraşların eserlerini gördük. Küçük Macaristan’ın bunları nasıl topladığına şaşırdım. Aynı duyguya Opera ve Parlamento binasını gezerken de kapıldım. Opera binası geçen yüzyılda yapılmış son derece ihtişamlı bir yapı. Kilolarca altın, yaldız, kristal ve metrelerce kadife kullanılmış. Krallar, devlet başkanları burada ağırlanmış.
Parlamento binası da gotik tarzda yapılmış. Avrupa’da Londra’da gördüğüm İngiliz Parlamento binasından sonra en ihtişamlı yapı.
Gezimizin son gününde Buda’da bulunan kaleye çıktık. Kale şehre hâkim bir tepenin üzerinde. Buradan Tuna’ya, köprülere ve gezdiğimiz Margit adasına bakıyoruz. Geniş bir alana yayılmış kale, içindeki binalar ile adeta bir açık hava müzesi gibi. Balıkçı Kulesi, Tarih müzesi, Milli kütüphane bunlardan bazıları…
Burası da Estergon gibi Türk tarihinin acıklı fakat şanlı sayfalarından birinin yazıldığı yer. Viyana kuşatmasından sonra 1684 Temmuzundan Kasıma kadar bütün Haçlı orduları Budin’i kuşattılarsa da, Kara Mehmet Paşa’nın ölümü pahasına şanlı savunması nedeniyle ağır kayıplar vererek çekildiler. Budin 1686 Haziranında yine bütün Avrupa ülkelerinden gelen yüz bin kişilik Haçlı ordusunca kuşatıldı. Kuşatma aylarca sürdü. Budin Valisi, Kahraman Abdurrahman Abdi Paşa ve Türk askerleri, teslim olmadılar, ellerinde kılıçları ile düşmanla çarpışarak şehit düştüler. Kanuni 157 yıl önce bu şehri aldığında bir tek Hrıstiyanın burnunu dahi kanatmamıştı. Haçlılar ise şehirde çoluk çocuk Türk herkesi katletti. Şehirde bulunan 81 cami ve diğer Türk eserleri yakılıp, yıkıldı.
Kalede ve Budapeşte’deki en son ziyaretimi, Budin’in son Valisi, vezir Abdurrahman Abdi Paşa’nın mezarına yapıyorum. Macarlar bile yiğitliğine hayran oldukları bu Türk kumandanının mezarını yapmışlar ve mezar taşına Türkçe ve Macarca "145 yıllık Türk egemenliğinin son Budin Valisi Abdurrahman Abdi Paşa, bu yerin yakınında 1686 Eylül ayının 2. günü öğleden sonra yaşamının 70. yılında maktul düştü. Kahraman düşmandı, rahat uyusun!" yazmışlar.
O kahraman şehidin mezar toprağını, onun kahramanlığından duyduğum gururla, gözyaşlarım ve dualarımla ıslatıyorum...
Mayıs / 2010