Mersin’de Karacaoğlan haftası yapılmıştı. Kalabalık, seçkin bir grup davetliydi. Yazarlar, şairler, bilim adamları, araştırmacılar gelmişti. Yurtdışından konuklar da vardı. Tahir Kutsi de oradaydı. Bazıları ile kavga etmiş. Gerginliklere yol açmıştı.
Programlar bittikten sonra, son gün çevre gezisine çıkılacaktı. Bir belediye otobüsüne doluşmuş, hareket etmeyi beklerken uzaklardan Tahir Kutsi’nin sesi geliyordu. “Yahya Akengin neredesin…” Otobüse çıktı, gelip kolumdan tutarak, “Sen avam mısın da belediye otobüsüne biniyorsun… Hadi, mersedes seni bekliyor…” Kendimi apar topar, otobüsün dibindeki mersedes arabada bulmuştum… Tahir Kutsi sözde bana iltifat ederken, otobüsteki kerli ferli, karşıt olduğu birilerinden böylece intikamını almış bulunuyordu ama, benim üzerime de şimşekleri çekmiş oluyordu.
Mersin İl Genel Meclis üyesi Faik Bey eski dostuymuş. Onu ayarlamış, bu oyunu hazırlamıştı. Kendimizi Toroslar’ın yamaçlarına vurduk. Kızgınlığım geçmeye başlamıştı. Yamaçlardaki çingene topluluklarını görünce bile duruyor, onlarla sohbet ediyorduk. Ördükleri sepetlere türküler neş’eler dolduruyorlardı.
Yukarılarda yörük obalarına açılıyor, sohbetlere dalıyor, Tahir Kutsi’nin esprileriyle daha çok ilgi görüyorduk. Faik Bey bizi tepelerde bir lokantaya götüreceğini söylüyordu. “Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun/ Nadir duyulabildiği heyecanla…” Artık Karacaoğlan kesilmiştik. Doruklardan bakınca açık bir denizi çağrıştıran dumanlı mavi sonsuzlukta Yahya Kemal’in şiirleri akıyor gibiydi.
Derken, ev sahipliğimizi yapan Faik Bey’in sözünü ettiği dağ başı restoranına yaklaşmıştık. Tepenin çevresinde kireçle yazılmış kocaman yazılarla karşılaşıyoruz: 27 MAYIS MEYDANI / ANAYASA SOKAĞI/ FRANSIZ İHTİLALİ BULVARI/ İNSAN HAKLARI PARKI!..
Arabadan inerken şimşir kafalı, orta yaşın üzerinde bir entelektüel olan restoran sahibi Kenen Bey bizi karşılıyor. Torosların uçurumlarına bakan terasta oturuyoruz. Kenan Bey vaktiyle Cumhuriyet Gazetesi'nde çalışmış… Tansiyon, kalp, şeker hastalığı varmış, şimdi hepsi yok olmuş… Varını yoğunu harcayıp bu tesisi kurmuş… “Burada bu hayatı seçmemiş olsaydım, şimdiye çoktan ölmüştüm…” diyordu.
Solculuktan kalma ütopyalarını da işte bu kocaman kireç yazılarla gönlünde yaşatmış oluyordu.
Benim o sıralarda yazmış olduğum “Kulübe” adını taşıyan tiyatro eserimin kahramanı Şeref’le karşılaşmış gibiydim. Şeref bey de emekli olduktan sonra içinde birikmiş ukdeler ve bazı isyanlarla şehri terk ediyor, uzaklarda bir dağ yamacında denize bakan kayalıkların dibinde kulübesini kuruyordu.
Eserimin gerçekliğini bana test ettiren bu Toroslar gezisinden hafiflemiş olarak dönecektim… Tahir Kutsi de çıkarmakta olduğu “Tarla” dergisinde bu macerayı ballandıra ballandıra anlatacaktı.
(*) Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...