Geçen haftalarda Fransız parlamentosunun aldığı karar, Türk-Fransız ilişkileri tarihini derinden sarstı. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada bu konu üzerine büyük tartışmalar yapıldı ve yapılmaya devam etmektedir. Evvela şunu belirtmek lazım ki, tarihi bir hadisenin cereyan edip etmediği ya da gerçekleşme biçimi meclisler tarafından tespit edilemez.

Geçen haftalarda Fransız parlamentosunun aldığı karar, Türk-Fransız ilişkileri tarihini derinden sarstı. Gerek Türkiye’de gerekse dünyada bu konu üzerine büyük tartışmalar yapıldı ve yapılmaya devam etmektedir. Evvela şunu belirtmek lazım ki, tarihi bir hadisenin cereyan edip etmediği ya da gerçekleşme biçimi meclisler tarafından tespit edilemez.

 Eğer böyle olacaksa, o zaman tüm arşivlerin açık tutulmasının ne önemi kalır?

Tartışmaya açılan her olay, arşivler yerine parlamento kararlarıyla çözülür. Örneğin 16. Yüzyıl ortalarında denizde galip gelemediği Alman İmparatoru karşısında Osmanlı’dan yardım talep eden Fransa kralı I. Fransuva’nın bu isteğine olumlu cevap verilip, Barbaros Hayreddin Paşa komutasında Osmanlı donanması Haziran 1543’te Marsilya’ya gitmiş midir? Donanma komutanı Fransuva dö Burbon, Türk donanmasını merasimle karşılamış mıdır? Yardıma çağırmalarına rağmen, Barbaros’un savaş planınız nedir sorusuna, hiçbir planımız yoktur cevabı verilmiş midir? Savua dukasının elindeki Nice şehri kalesi Ağustos 1543’te teslim alınmış ve iç kale muhasarası sırasında Fransızlar, barutları bittiğini söyleyip Barbaros’tan barut istemişler midir? Hayreddin Paşa da “Ne güzel savaşçılar! Gemilerini şarap fıçılarıyla doldurup, barut hariç bir şey unutmuyorlar” demiş midir? Bütün bunların cevabı acaba tarihi kaynaklarda mı aranmalı yoksa Fransız meclisinde mi?

Elbette tarihi olaylar, tarihi belgeler ışığında çözülmelidir. Fransa’nın meseleye bakışının siyasi olduğu zaten ortadadır.

İkinci olarak önem arz eden husus, Türk-Ermeni ilişkilerinin kasıtlı olarak 1915’ten başlatılması teşebbüsüdür ki, bu durum olaylara diasporanın istediği pencereden bakmak demektir. Fotoğrafa 1915 çerçevesinden bakılması, ilişkileri doğru okumayı engeller. Türk Ermeni münasebetleri bu tarihten yüzlerce yıl öncesine dayanır. Resmin bütününe bakıldığında bu topraklarda bin yıllık bir geçmiş görülür. Dokuz yüz yılda var olan iyi komşuluk ilişkilerini bir yana bırakıp, son yüz yılda yaşananlara odaklanmak tarihi doğru okumak olur mu?  Ama ne yazık ki Türkiye’de de Ermeni olayları denildiğinde çoğunlukla I.Dünya Savaşı ve 1915 hadiseleri çağrışım yapar. Oysa Anadolu’da Ermeni olaylarının en yoğun yaşandığı ilk dönem 1890’lı yıllardır. Bu dönemde ortaya çıkan hadiseler bilinmeden, I.Dünya savaşı sonrası gelişmelerin anlaşılması son derece güç olur. Dönemin panoramasını kısaca şöyle çizmek mümkündür: Osmanlı Devleti doksan üç harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını kaybetmiş ve harbin sonunda önce Ayestefanos ardından Berlin Antlaşmaları'nı imzalamak zorunda kalmıştı.

İşte bu dönemde ilk defa Ermenilerin yaşadığı coğrafyada ıslahat yapılması fikri, antlaşmanın maddeleri arasına sıkıştırılmış ve mesele uluslar arası bir boyut kazanmıştır. Ardından kurulan örgütlerle propaganda faaliyetleri başlamış ve bir süre sonra da gerek İstanbul’da gerek Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde olaylar vuku bulmuştur. Bunlardan biri de 1895 senesinin son baharında Bayburt’ta ortaya çıkmıştır. Bayburt olayları, adına Fesat Cemiyeti denilen İstanbul merkezli örgüt tarafından organize edilmiştir. İhtiyaçları dolayısıyla para kazanmak amacıyla köylerinden kalkıp İstanbul’a gurbete giden köylü Ermenilerden bir kısmını ikna yoluyla, bir kısmını silah zoruyla fedai olarak kaydetmişler ve Bayburt’taki fedai reisi Ağababayan Haçator’un yanına göndermişlerdir.

Fesat cemiyeti, örgüte eleman kazandırırken önemli bir strateji izlemiş, parasal sıkıntı, düşük eğitim düzeyi ve genç yaşta olmak gibi sosyo-kültürel özelliklere dikkat ederek örgüte eleman seçmişlerdir. Türkçeyi çok iyi kullanan bu fedailer, hedef şaşırtmak ve olayları provoke etmek için Ermenice olan adlarını Tür isimlerine tebdil etmişler, Ermeni köylü kıyafetlerini çıkarıp yöresel kıyafetler giymişler ve bu şekilde bizzat Ermeni vatandaşların yaşadıkları köylere baskınlar düzenlemişlerdir. Köylerine Türkler tarafından saldırı düzenlendiğini düşünen Ermeni vatandaşlar da mukabele olarak Türk köylerine hücum etmişlerdir. Böylece iki taraf arasında istenmeyen olaylar meydana gelmiş ve karşılıklı mukateleşme yaşanmıştır.

Peki bu yaşananlara devletin bakışı nasıl olmuştur? Karşılıklı adam öldürme fiilleri görmezden mi gelinmiş ve olaylara seyirci mi kalınmıştır? Bunun cevabı, 2 Aralık 1895 tarihli tahkik heyeti raporunda saklıdır. Raporda heyet başkanı Sadeddin Paşa, bazı köylerde Ermenilerin korkularından başlarına beyaz sarık sardıklarını, kiliselerine bayrak astıklarını gördüklerini İstanbul’a bildirmiş, bu olay karşısında sergiledikleri tavrı ayrıntılı olarak anlatmışlardır. Sadeddin Paşa, derhal ilgili köylere giderek, Ermenilere nasihatte bulunmuş ve Osmanlı Devleti’nin ve padişahının “herkesin kendi dininde diyanetinde ve işinde gücünde olmasını” istediğini bizzat ifade ederek, onların korkularını gidermiş ve halkı teskin etmiştir. Yani devlet, olaylarda tebaasının can güvenliğini her şeyden değerli tutmuş ve bunu icraatıyla da göstermiştir.

Devletin olaylara bakışını ortaya çıkaracak ikinci önemli argüman ise fedailerle masum halkı bir birinden ayırmasıdır. Buna o kadar hassasiyet göstermiştir ki, babaları isyan sırasında hayatını kaybeden çocuklara ve ailelerine uzun bir zaman ekmeklik buğday ve tohumluk zahire yardımında bulunmuştur. Bu kararla Osmanlı Devleti, “devlet baba” lığını tebaasına göstermiş, babaları ya da eşleri devlete isyan eden kişilerin, eş ve çocuklarını masum olarak değerlendirmiş ve devletin şefkat eli uzatılarak sıkıntılarına çare bulunmuştur.

Ocak 2012