2015 yazında Doğu Karadeniz’e yaptığımız gezide; huzur veren yaylaları, yeşilin her tonunu barındıran bitki örtüsünü, eşsiz gölleri, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi dağlardan inen akarsuları, şelâleleri, önemli târihî eserleri, küçük ve büyük şehirleri gördük. Bu bölgenin değişik lezzetleri damağımızda, unutamadığımız ezgileri kulaklarımızda kaldı. İşte size gördüklerim ve yaşadıklarımla, kitle turizmi yolunda; olumlu, olumsuz yanlarıyla Doğu Karadeniz gezi notlarım.
Trabzon
Bir tur şirketinin düzenlediği gezimize uçakla geldiğimiz Trabzon’dan başladık. Karadeniz ile Zigana dağları arasında, dar bir alana sıkışmış, üniversitesi, havaalanı, limanı ile Doğu Karadeniz’in önemli bir şehri olan Trabzon’da gördüklerim:
Göller
Trabzon’da iki güzel göl gördük. Kentin yakınındaki Sera Gölü’nü Trabzonlular bir mesire yeri olarak kullanıyor. Ne yazık ki; yanlış kentleşmenin sonucu, bir doğa güzelliği olan gölün etrafı yenilen, içilenlerin ambalaj ve artıklarıyla bir çöplük gibi idi. Gölü çevreleyen tepeler ise yüksek katlı Toki apartmanlarıyla doluydu.
Trabzon’dan çıkarak Yomra, Arsin, Araklı gibi birbirine yakın ve benzeyen yerleşim bölgelerinden geçip, Çaykara-Bayburt yolu üzerinde, denizden 1090 metre yükseklikteki Uzungöl’e vardık. Göl, etrafı yüksek dağlarla çevrili, dar bir vadinin ortasında bulunan derenin, yamaçlardan düşen kayaların önünü kapatmasıyla oluşmuş. Burada gördüğüm dik yamaçlardaki orman örtüsünün İsviçre ve Avusturya Alpler’inkinden daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Ancak doğa mucizesi olarak korunması gereken bu yerde gördüğümüz pislik, düzensizlik, yanlış ve aşırı yapılaşma içimizi acıttı. Kanalizasyon göle akıyordu. Gölün etrafı bir panayır yeri gibi idi. Büyük şehirlerde lunaparklarda bulunan go-kart araba yarış pistleri, tramplenlerden tutun da, her türlü fast-food dükkânlarına, Osmanlı fotoğrafçısına kadar hepsi burada idi. Bazı lokanta ve dükkânlarda Arapça yazılı tabelalar gördük. Meğerse son yıllarda Uzungöl ve etrafındaki yaylaları Suudi Arabistanlı turistler keşfetmiş. Yollarda erkekleri önde, yalnız gözleri açık, siyah peçeli Arap kadınlara rastladık.
Yaylalar
Uzungöl’den minibüslere binerek, dağa tınmadık ve 1800 metre yüksekliğindeki Lustra Yaylası’na geldik. Biraz evvel tırmanırken gördüğümüz ormandan burada eser yoktu. Bu yükseklikte ağaç yetişmiyor, yalnız hayvancılık yapılıyor. Etrafta besili inekler otluyordu. Yaylanın çeşmesinden buz gibi su içtik. Çeşme başında genç bir yayla kadını tenceresinde pişirdiği doğal, haşlanmış mısırı aşağıdan daha ucuza satıyordu. Burada şehirlerin karışıklığından uzak, huzurlu, sakin bir hava bulduk. Çatısı oluklu teneke kaplı, bunun da üzerinde büyük taşlar taş olan basit evlerin bulunduğu alana yürüdük. Güler yüzlü Emine Abla’nın kahvesinde oturup, karşı dağları, güneşli, mavi gökyüzünü seyrederek biraz önce gördüğümüz yayla ineklerinin sıcak sütünü içtik. 2400 metredeki Karaster yaylasına tırmanmak için tekrar minibüslere bindik. Buradaki hârika manzaranın fotoğraflarını çektikten sonra inişe geçtik. Uzungöl’e yukardan bakış nefes kesici güzellikte idi.
Târihî eserler
Atatürk köşkü: Mübâdeleden sonra Trabzon’dan giden zengin bir Rum’un geçen yüzyılın başında yaptırdığı bu evi Trabzonlular satın alıp, kadirşinaslıkla Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’e hediye etmiş. Şimdi müze olan, güzel bir bahçe ve deniz manzarasına sahip evde Atatürk 3 defa kalmış.
Ayasofya müzesi: 13.yüzyıldan kalma bu Bizans kilisesi çeşitli dönemlerde restore edilmiş, Osmanlı’da tamamı, günümüzde bir bölümünün câmi olarak kullanılmasına rağmen freskleri korunmuş. Rehberimiz, Bizans resim sanatının örnekleri olan fresklerin dini, mitolojik öykülerini anlattı. Kilisede bizim gezi grubundan başka yerli turist grupları vardı. Ayrıca beyaz gelinliği içinde başı örtülü iki gelin ve damat ile kalabalık yakınları bu kiliseyi fon olarak kullanmak amacıyla fotoğraflarını çektiriyorlardı. Özenle korunan, Türkler tarafından ilgiyle ziyaret edilen kiliseyi ve bakımlı bahçesini gezdikten sonra, birkaç yıl önce Atina’da gördüğüm, kapısına kilit vurulmuş, bakımsızlıktan çökmek üzere olan, ancak payandalarla ayakta duran Fatih Sultan Mehmet’in Fetih Camii’ni üzülerek düşündüm.
Rize’den dönüşte gördüğümüz Sümela Manastırı’nı da sayarsak Trabzon’daki 3 târihî eser (Köşk, Ayasofya, Sümela) hepsi Bizans-Rum eseri idi. Gezi programımızda Osmanlı’nın şehzâdeler şehri olan Trabzon’da bir Türk eseri yoktu. Hâlbuki bölgede 1514 tarihli Büyük İmaret Câmii, 1839 târihli hârika taş işçiliği olan Çarşı Câmii ve şâhâne ahşap işçiliği olan Şimşirli Câmii gibi önemli Türk eserleri vardı. Bende bıraktığı izlenime göre; bizimki ve internette baktığım diğer turların gezi programı yerli ve yabancı gezginlere, gezdikleri bu ülkenin sanki aslında Bizans-Rum ülkesi olduğunu vurgulamak istiyordu.
Rize
Rize’yi merakla görmek istiyorduk. Zira yıllar önce eşim ve ben bir yıl Rize liselerinde öğretmen olarak çalışmıştık. O vakitler yeşillikler içinde küçük, şirin bir sahil şehri olan Rize’de evimiz deniz kenarında idi. Rize’ye geldiğimizde bambaşka bir Rize gördük. Deniz doldurulmuş, bizim oturduğumuz ev çok gerilerde kalmıştı. Yeni Rize yüksek katlı yeni binalarla eski Rize’yi kapatmıştı.
Sahil yolu
Rize’ye sahil yolundan geldik. Sarp sınır kapımızdan Samsun’a kadar yapılmış çift gidiş gelişli bu yol hakkında olumlu ve olumsuz çok şey duyduk. Genellikle deniz doldurularak veya denize yakın yapılan sahil yolu, şehirlerin denizle bağlantısını kesmiş. Dağlardan inen suların denize akmasını engellemiş veya kuvvetli yağmurla dağlardan akan sular ile fırtınalı deniz dalgaları yola zarar vermiş. Ancak eski, tek gidiş-gelişli kötü yol düşünüldüğünde sahil yolu modern bir yol. Gine de “Bu yol denizden uzak, şehirlerin arkasından geçirilemez miydi, getirilen her yenilik çevreye zarar vermek zorunda mı?” Diye düşünmeden edemedim.
Fırtına Deresi ve Hes’ler
Rize’den sonra Türkiye’de en fazla yağmur alan bölge olarak tanınan Fırtına Vadisi’ne geldik. Yeşilin her tonunun olduğu bu güzel doğada, dağlarda eriyen kar sularının karıştığı dere ve nehirler “Hes” denilen “Hidro Elektrik Santralleri” ile kelepçelenmiş. Can suyu bile bırakılmayan bu derelerde canlılar ölüyor, yeşil çevre soluyor. Aniden yağan şiddetli bir yağmur sel felaketlerine sebep oluyor.
Ayder Yaylası
1350 metre yükseklikte kayın, ladin, çay, kivi, orman gülü gibi ağaç ve bitkilerle dolu hârika bir doğanın içinden Ayder Yaylası’na ulaştık. Burası artık bir turizm merkezi olmuş, ancak aşırı ve yanlış bir yapılaşma da başlamış. Ayder yaylasının güler yüzlü, misafirperver insanlarıyla konuştuk. Herkes Hesler’den ve yeni ortaya atılan ve yaylaları yok edeceğine inanılan Yayla Yolu Projesi’nden şikâyet ediyordu.
Fırtına Vadisi’ndeki lokantada bölgenin lezzetleri olan kırmızı pullu alabalık, laz böreği ve mısır ekmeğini tattık. Yemekten sonra tulum eşliğinde horon oynamaya davet edildik.
Zil Kale, Palovit şelalesi ve Elevit yaylası
Zengin orman örtüsü olan dağlar ve vadiler arasında bir kartal yuvası gibi yükselen ve eski zamanlarda bölgeyi kontrol amacıyla yapılan Zil Kale’ye gidip burçlarına tırmandık. Sonra yakınlardaki güzel Palovit şelâlesini gördük. Günün sonunda Elevit Yaylası’na gittik. Temiz, sessiz, sakin tabiatın ortasında ahşap evlerinde yaşayan insanlara gıpta ile baktık. Fırtına Deresi üzerinde bir asma köprüyle girilen otelimizde küçük odalarımız bölgede “Serender” denilen direkler üzerinde, altı boş, bölgenin mısır saklama odalarına benzeyen şekilde yapılmıştı. Genel olarak kaldığımız oteller ve verilen hizmetin ülkemizin batısındaki seviyede olmadığını söyleyebilirim. Karadeniz’deki turizm bana 30-40 yıl önceki Ege ve Akdeniz bölgemizdeki turizmi hatırlattı.
Artvin- Borçka, Karagöl
Borçka ilçemizde minibüslere binerek Karçal dağlarının eşsiz manzarası eşliğinde, denizden 1430 metre yükseklikte bulunan, çevresi yağmur ormanlarına benzeyen bir eko sisteme sahip olan güzel Karagöl’e ulaştık. Tabiat hârikası bu gölün etrafında gezerken mangal ve semâver yakıldığını gördüm. Milli Parklar Müdürlüğü’nün bu eşsiz tabiatı korumak için burada mangal ve semâver yakmayı yasaklaması gerekmez mi?
Macahel (Camili)
Gürcistan sınırına yakın bu bölgede 1921 yılında 18 gürcü köyü varmış. Yapılan anlaşmaya göre 6 Müslüman Gürcü köyü kendi istekleriyle Türkiye’yi seçmiş. Bu özellik Türkiye Cumhuriyeti’nin ırk esasına göre kurulmadığını anlatır. Bu bölgede Gürcü, Laz etnik grubun varlığı yer ve otel isimlerinde görülüyor. Bundan 90 yıl önce bölgede işgalcilerle birlik olan, mübâdelede giden ayrılıkçı Rum ve Ermeni azınlığın yaşadığını düşünürseniz, Atatürk’ün ülkemizin milli kültür birliği için ilk yaptığı işlerden olan,1924 yılında çıkarılan Öğretim Birliği Yasası’nın (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ne kadar önemli olduğu anlaşılır.
Dönüş yolunda tepelere dolan sis bulutları içinden güzel vadiye indik ve Hopa’daki otelimize geldik. Burada bizim kalışımızdan birkaç gün sonra otelin yan tarafındaki dere yağan yağmurla dağlardan taşarak inince, dere yataklarına yapılan evleri, önüne gelen her şeyi, nice canları denize kadar götürdü. Televizyonda gördüğüm haberlerde küçük oğlunu selde kaybeden Hopalı bir babanın acı feryadı hâlâ kulaklarımda. Doğa, Hesler ve yanlış yapılaşmanın faturasını böyle kesti. İnşallah bu olanlardan ders alınır ve yeni kurbanlar verilmez.
Batum
Sabah 6’da kalkıp, Sarp sınır kapısına hareket ettik. 15 dakika sonra ulaştığımız sınır kapısı vatanımızın kuzeydoğusunda en uç noktaydı. Batum’a yük taşıyan Türk kamyonları, günübirlik giden Türk turist otobüsleri sabahın erken saatlerinde burada büyük bir kalabalık oluşturmuştu. Yalnız nüfus cüzdanımızla iki devletin polis ve gümrüğünden bir saat içinde geçerek, Türk topraklarından Gürcistan’a ve Batum’a ayak bastık. Osmanlı döneminde uzun yıllar Türk hâkimiyetinde kalan, Misak-ı millî (Milli Yemin) sınırları içinde bulunmasına rağmen, 1921 yılında Rusya ile yapılan anlaşmayla Kars, Ardahan Türkiye’de kalmış, Batum Gürcistan’a bırakılmıştı. Batum günümüzde de Türkiye’nin ticaret yönünden “hinterland’ı” (arka bölgesi) olarak gelişmiş. Batum’da her yerde Türk girişimci ve firmalarını görmek mümkündü. Eski Batum komünist dönemin kötü yapılarını barındırırken, yeni Batum değişik, yüksek katlı mimarî örnekleriyle karşımızda idi. Batum kendini Karadeniz’in “Laz Vegas’ı” yapmak istiyor. Yeni yapılan büyük otellerdeki kumarhanelere gelen müşterilerin yüzde 99’u Karadeniz insanımız imiş. Türkiye’de bankadan aldığı ev kredisi olan150 bin lirasını burada kumarda kaybeden bir anaokulu öğretmeni Türk kadının öyküsünü dinledim.
Gezi programında Batum’da da bir Türk eseri yoktu. Şehir turu yapıp, Gotik bir katedral ile içinde zengin ağaç ve bitki çeşitleri olan Botanik Bahçesi’ni gezdik ve akşama doğru Türkiye’ye geçtik.
Sümela, Zigana, Karaca Mağarası
Tekrar sahil yolundan Trabzon’a doğru gidip, Maçka yönüne sapıp içinde Sümela Manastırı’nın olduğu Altındere Millî Parkı’na geldik. Büyük bir kalabalığın olduğu bu yerde yabancıdan ziyade yerli turist vardı. Minibüslerle dağa tırmanmadan önce park yerinde Milli Parklar Müdürlüğü’ne ait girdiğimiz tuvaletler çok pisti ve tuvaletlerde su akmıyordu. Hâlbuki yan tarafta dağdan inen dere gürül gürül akıyordu. Gezimizin bazı duraklarında aynı manzara ile karşılaştığımızı üzülerek söylemek zorundayım.
Minibüslerden inip yaya tırmandığımız dağa bir mağara gibi oyularak yapılan Sümela Manastır-kilisesi 1500 yıl önce iki keşiş tarafından kurulmuş. Türkiye büyük masraflar ederek, Sümela’yı esaslı bir şekilde restore etmekle kalmamış, mübâdeleden sonra bölgede Rum kalmamasına rağmen, Fener Patriği’nin her yıl burada gelenekselleşen dini ayin yapmasına izin vermiş. Eğer Yunanistan’ın karşı bir jest olarak Atina’da Diyanet İşleri Başkanı’mıza bir Cuma namazını kıldırması gerektiğini düşünüyorsanız, Atina’da 400 yıllık Türk hâkimiyetine rağmen açık tek bir câmi olmadığını bilmek zorundasınız.
Sümela’dan inip, Zigana geçidini aşıp, dağın arka yüzüne geçince birden iklim ve doğa değişti; burada sisli, yağmurlu havanın yerini bulutlu güneşli kurak bir Doğu Anadolu havası ve ormanların yerini tek tük ağaçlar aldı. Torul yakınlarında Türkiye’de gördüğüm en güzel sarkıt ve dikitlere sahip Karaca Mağarası’nı gezdik.
Tirebolu
Tekrar geldiğimiz yöne dönerek, Giresun istikametine saptık. Kürtün ve Kirazlı barajlarının yanından geçerek, Tirebolu’ya geldik. Tirebolu bana göre, Doğu Karadeniz’de gördüğüm en güzel şehirdi. Tirebolu, sahil yolu yanlışından, sahili önünde bulunan 13.yüzyıldan kalma kalesinin yıkılamaması yüzünden kurtulmuş ve şirin, güzel bir sahil şehri olarak kalmış. Yolumuza devam ederek, sahil yolundan, Giresun’a geldik. Giresun denizle ilgisini kesmiş, önünde sahil yolu, arkada yüksek apartmanları olan çoğu Karadeniz şehri gibi kimliksiz bir şehir olmuş.
Ordu, Fatsa, Ünye
Bir haftalık gezimizin son gününde otobüsümüzde Karadeniz ezgileri dinleyerek Ordu’ya doğru hareket ettik. Karadeniz’in incisi olarak tanınan bu şehirde 475 metre yüksekliğindeki Boztepe’ye teleferikle çıktık. Buradan Ordu ve Karadeniz’i seyrettik. Ordu’dan ayrılıp “Nefise Akçelik” adlı, Türkiye’nin en uzun tünelini geçip Fatsa ve Ünye’den sonra Yeşilırmak kıyısında durduk. Ünye sahil yolunun deniz kenarından geçirilmemesini zamanında bir aktivistin yaptığı çalışmalara borçlu imiş.
Samsun
Karadeniz’in en büyük ve en kalabalık şehri olan Samsun, gezimizin son hedefi idi. Burada önce Atatürk ve arkadaşlarını 19 Mayıs 1919’da İstanbul’dan getiren Bandırma Vapuru’nun bire bir yapılmış modeli olan vapuru gezdik. Atatürk’ün Millî Mücadele ateşini yakmak amacıyla bu şehirde ilk adımını attığı yerde bulunan “İlk Adım Anıtı’nı” gördük. Arkeoloji ve Etnografya Müzeleri’ni ziyaret ettik. Son olarak gezi grubumuzla Avusturyalı heykeltıraş Kriephel’in 1931’de yaptığı, Milli Mücadele’nin ve Samsun’un simgesi olan, şahlanmış atı üzerindeki Atatürk heykeli altında poz verdik. Havaalanına gitmeden önce kalan serbest zamanda, Samsun’u gezdik ve gezimiz sona erdi.
Karadeniz gezimizle vatanımızın bu bölgesinin doğal güzellikleri olan yaylaları, dağları, gölleri, nehirleri, orman örtüsünü, köylerini, büyük, küçük şehirlerini gördük. Candan insanlarını tanıdık. Ancak Karadeniz’in muhteşem doğasının Sahil Yolu, Hesler, Yayla Yolu Projesi gibi yanlış uygulamalar, yapılaşma, düzensizlik ve pislikle kötü kullanıldığına, Türk kültür eserlerinin dikkate alınmadığına üzülerek şahit olduk.
Doğu Karadeniz, doğal güzellikleri yüzünden mutlaka seyahat edilmesi gereken bir bölgemiz. Ancak burada gördüğümüz güzellikler ve târihi eserlerimiz görmezden gelinip yok edilmeden veya yanlış uygulamaların kurbanı olmadan gelecek nesillerimize bırakılmalıdır!
Aralık/2015