“Bir 21 Mayısçının Tarihe Tanıklığı” adlı kitaptan bazı bölümleri sizlerle paylaşacağım. Ama önce yazarı hakkında bilgi vermem gerek. Sabri Öge, ülkücü camianın yakından tanıdığı ve o hareketin ilklerinden olan bir isim. Zaten kitabında o harekete nasıl girdiğini Türkeş’le nasıl tanıştığını, neler yaptığını, nelere tanık olduğunu da hep anlatıyor. Sabri Bey’le biz Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü’nde Yönetim Kurulu Üyesi olarak 1 yıl birlikte çalıştık. O zaman dindar bir arkadaş, iyi bir insan olarak tanımıştım kendisini, bazı dostlarım “o dincidir ha dikkat et” demişlerdi, “hayır dindar bir arkadaş” diye itiraz etmiştim “saf olma, sen de dindarsın, niye onun gibi değilsin” yanıtını almıştım. Sabri Bey, yıllar sonra bu kitabını “Pek aziz dostum Cazim Gürbüz Bey’e derin muhabbetlerimle” diye yazarak imzalayıp gönderdi. Okudum elbette bir de yazı yazdım Yeniçağ’daki köşemde. Fakat bazı sayfaları beni çok şaşırttı, hatta dehşet düşürdü, bunları da yazıda dile getirdim. Sabri Bey’e o günlerde ben de “Kartal Gözüyle Laiklik” kitabımı yollamıştım, o da benim yazdıklarımdan dehşete düşmüş. Bir süre yazıştık, sonra Sabri Bey, rahatsız olup kesti muhabereyi.

Evet okuyalım artık Sabri Öge’yi:

“Siyasi yasakların devam etmekte olduğu 1980’li yılların başlarında bir gün, Ankara Necatibey Caddesi’ndeki Töre Dergisinin bürosuna uğradım. Dergiyi Ali Güngör ile Dr. Devlet Bahçeli çıkarıyorlardı. Niyetim, hal-hatır sorup bir çay içip ayrılmaktı. Çay yapacak kimseleri yoktu. Devlet Bey, her zamanki nazik, hatırşinas tavrı ile ısrar etti; susamıştım, bakkaldan soğuk su getirtip ikram etti, oturdum. Biz otururken Turan Güven de geldi.

Sohbet ederken ciddi bir tartışma içine girdik. İki konumuz vardı. Birincisi, bundan sonra siyasi mücadelede izlenecek strateji ve metot; ikincisi, nasıl bir devlet ve toplum yapısı inşa etmeyi öngörüyorduk? Birinci konuda Devlet Bey, hiçbir metot değişikliğini uygun bulmuyor, benim değişiklik teklifime karşı ‘Aynı şekilde bir hamle, bir hamle daha’ diyerek tezinde ısrar ediyordu. Fakat MHP Genel Başkanı olduktan sonra, tamamen tersini yaptı veya yapmak zorunda kaldı.

İkinci mesele üzerindeki düşüncelerimizde de ciddi ayrılık ortaya çıktı. Ülkemizin bir türlü bitmeyen, başta sosyal olmak üzere, ekonomik ve siyasi problemlerin kaynağının, büyük ölçüde, Batı’nın hukuk sistemini ve kurumlarını hiçbir seleksiyona tabi tutmadan ve kendi toplumumuzun bünyesine uyarlamadan aynen ithal etmiş olduğumuz, dolayısıyla, mevcut kanunların milletimizin bünyesine uygun şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiği üzerinde hemfikirdik. İhtilaf, beğenmediğimiz bu mevcudun yerine neyi ikame edeceğimiz noktasında çıktı.

Ben tezimi açıkça İslam olarak ortaya koydum. ‘Bütün düzenlemelerde İslam referans alınmalıdır’ dedim ve şöyle izah ettim. ‘Çünkü bizim toplumumuzun kültür kaynağı İslam’dır. Kurallar ve kurumlar, toplumun kültürüne uygun olursa, ahenkli, sorunsuz bir sosyal hayat düzeni yakalanabilir. Aksi halde, toplumla kurumlar arasında, milletle devlet arasında sürtüşme meydan gelir, toplumsal huzur ortadan kalkar. Bugün yaşadığımız hadise budur. Şüphesiz, elimizde bulunan İslam Hukuku, bugünün toplumunun ihtiyaçlarına tam olarak cevap verebilecek durumda değildir ve bu da normaldir. Bu, İslam’ın yetersizliğinden değil, hukukunun uzun yıllar ihmal edilip toplum ihtiyaçlarına göre geliştirilmemiş olmasındandır. Bu eksikliğin telafisi mümkündür ve bu, bir süreci gerektirir.(1) Zaten biz bugün burada bugün şeriat uygulansın demiyoruz. Bir toplumun hukuk nizamı, o toplumun inancına uygun olmalıdır; bugün milletçe çekilen sıkıntının sebebinin, kanunlarımızın milli kültürümüzle, telakkilerimizle, inanç değerlerimizle sürtüşme halinde bulunmasındandır diyoruz. Avrupalının vücut ölçülerine göre biçilmiş olan elbise, bizim bedenimize uymamıştır, bizi rahatsız etmektedir. Bizim kültür kökümüz esasta İslam’dır derken, bunu iyice anlamak lazımdır. Bunun, bireysel olarak dini görevlerin yerin getirilmesi veya getirilmemesi ile ilgisi yoktur. Hiç ibadet etmeyen, giyim kuşamı da dinimize uygun olmayan, görünüşte İslam’dan çok uzak ortalama insanımız da, içinde bulunduğu toplumumuzun İslam kökenli kültüründen beslenmiştir, telakkileri ona göredir. İslam’a yaklaştığımız ölçüde rahatlayabiliriz. Bundan başka bir yol, milletimizi huzura kavuşturmaz. Bugünkü aydınlarımızın ve iktidar erkini elinde bulunduranlarımızın kökleşmiş inancı, benim tezimin tam tersidir. Onlara göre kuralları toplumun kültürüne değil, toplumu bu Batı kaynaklı kurallara uydurmalıdır. Daha açıkçası gaye, Türk toplumunu aynı ile bir Batı toplumu haline getirmektir. On yıllardır yapılmaya çalışılan budur, fakat tutmamıştır, tutmayacaktır.

(…) İşin bir başka boyutu, Tanrı ve insanın konumu ile ilgilidir. İnsanı Allah var etmiştir. Var ettiği bu insanın özelliklerini eksiksiz bilmektedir. Onun kabiliyetlerini, zaaflarını, zaruretlerini, isteklerini, ihtiyaçlarını ve istek ve ihtiyaçların optimum ölçüde nasıl karşılanacağını; hülasa, insanın mutluğunun formülünü bilmektedir. Bu formülü Yüce Rabbimizi, biz insanların önüne koymuş, buna uymamız halinde, fert ve toplum olarak sorunsuzca, mesut bir şekilde yaşayabileceğimizi bildirmiştir. Bu formülün adı İslam’dır, Şeriat-ı Muhammedi’dir. Bu formülde bir eksiklik veya yanlışlık olması söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah’ın 14 sıfatından biri ilim sıfatıdır ki, bu onun her şeyi bildiğini ifade eder. Yaradan tarafından, yarattığı insanın tabiatına göre vazedildiği için İslam, insan fıtratına, var ediliş gayesine uygun olan yegâne sistemdir. Bunun dışındaki hiçbir sistemin, hiçbir doktrinin, hiçbir öğretinin, fert ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermesi mümkün değildir. Çünkü, diğerleri insan kafasından çıkan beşeri sistemlerdir. Beşeri sistemleri İlahî sistemin önüne koymak, düşünen bir insanın işi olamaz. Bu, insanı, tanrı’dan üstün görmek anlamına gelir.

(…) Nihayet, İslam bir küldür ve bütünüyle kabulü ve uygulanması Müslümanlar için bir yükümlülüktür. Bazılarının bilgisizlikten veya art niyetle, dini sadece inanç çerçevesine hapsetmeye kalkmalarını İslam kabul etmez. Bu dinin inançtan sonra üç ayağı daha vardır: İbadet, Ahlak, Muamelat. Bu temel unsurların tamamını kabul etmeyenlerin Müslümanlığından söz edilemez. Sıkça duyduğumuz ‘Ben de Müslüman’ım ama şeriata karşıyım’ sözlerinin hiçbir değeri ve sahibinin Müslümanlıkla alakası yoktur.

(…) Prof.Dr. Güven de genel olarak beni tasdik etti. Devlet Bey, şiddetle karşı çıktı ve ‘Yahu sen selametçisin’ dedi. Bu lafın manası ‘Ancak selametçiler Müslüman olabilir’di. Halbuki bizler, bazı Milli Selamet Partili arkadaşlarımızın dini kendi tekellerinde sayma tavırları yüzünden onları eleştiriyorduk. Tabii Devlet Bey’in kastı bu değildi, bir sürç-ü lisan olmuştu ama, bunun sebebi de dini bilgideki yetersizlikti. Ali Güngör de tamamen ortağını destekledi. O günlerde bu ikisi yapışık kardeşler gibiydiler. Daha sonra siyasetin acımasız kanunları çalıştı ve Devlet Bey, Genel Başkan olduktan sonra Ali’yi MHP’den ihraç etti.

Devlet Bey’e sordum ‘Peki, sen ne diyorsun?’ ‘Töre’ dedi. Bu töre lafını tam anlayamadım. Şayet bundan kast edilen, mevcut geleneklerimiz ise, bu bizim kabulümüzdür. Çünkü bunlar, bizim kültürümüzün yapı taşlarıdır ve kökeni dinimize dayanır. Fakat hayır, daha gerilerden bir şeyler arama gayreti ise, bunu bizim milletimiz kendi hür iradesi ile terk etmiştir.

İkindi üzeri başlayan tartışmamız, ertesi gün sabaha kadar sürdü. Sonucu Devlet Bey şöyle bağladı: ‘Biz ayrıymışız”. Tasdik ettim: ‘Evet biz ayrıyız’".(2) 

Sabri Bey’le ben de tartıştım, anlatacağım ayrıntısıyla ama önce Ziya Gökalp’in Türkçülüğün Esasları kitabından “Hukukta Türkçülük” başlıklı bölümün ilk paragrafını bir hatırlatacağım:

“Hukukta Türkçülüğün amacı Türkiye’de modern bir hukuk oluşturmaktır. Bu çağın milletleri arasında geçebilmek için en esaslı şart, milli hukukun bütün dallarını teokrasi ve klerikalizm kalıntılarından büsbütün kurtarmaktır. Teokrasi, yasaların Allah’ın yeryüzündeki gölgeleri sayılan halifeler ve sultanlar tarafından yapılması demektir. Klerikalizm ise, esasen, Allah tarafından konulduğu ileri sürülen geleneklerin değişmez yasalar sayılarak Allah’ın sözcüleri sayılan din adamları tarafından yorumlanmasıdır.”

Sabri Bey’in Hukukta Türkçülüğü kabul etmediği açık seçik belli değil mi?

Tartışmamızda sormuştum Sabri Bey’e: “Tayyip Erdoğan’ın parti kurmasını dört gözle bekliyordun, benimle tartışıyordun, onların İslami hassasiyetlerini öve öve bitiremiyordun. MHP’ye de atıp tutuyordun başörtüsü konusunda dik duramadı diye. Sana kalsa MHP, Merve Kavakçı’ya tetikçilik etmeliydi. Sonra AKP iktidara geldi, onların devr-i iktidarlarında da bir süre görev yaptın ve ne kadar namussuz ve ahlaksız olduklarını bana bir saat anlattın. Peki şimdi soruyorum. Bunlar kırk yıllık şeriatçı değiller miydi niye öyle yaptılar? TMO’nun mevzuatı şeriata göre düzenlenseydi, yapmayacaklar mıydı? Türkiye’de Batı’nın en kolay devşirdiği, dönüştürüp güdümüne soktuğu hareketler şeriatçı hareketlerdir, tarikatlardır, cemaatlerdir. Hani niye bunlar Medine sözleşmesini yürürlüğe sokmadılar da AB kriterlerine sarıldılar dört elle?

Sabri Bey, sizlerin, İslam Tarihinden de haberiniz yok anlaşılan. Bu İslami Düzen ve İslam Hukuku tarihte ne zaman kim tarafından uygulandı Tanrı aşkına? Dört halife devri mi? Yahu üçü katledildi bunların, birinin cenazesi ortada kaldı, kimse kaldırmadı, sonra götürüp Yahudi mezarlığına gömdüler (Halife Osman). Cemel Vakası ve Sıffin Savaşı niye oldu Sabri Bey? Kerbela’da kim kimi katletti? Emeviler’in uyguladığı mı şeriattı Sabri Bey, yoksa Abbasilerinki mi?  Bunları oku Sabri Bey! İmam Maturudi’yi de oku, İmam-ı Azam’ı da. Sana yolladığım ‘Kartal Gözüyle Laiklik’ adlı kitabımda var bunlar. Din’le şeriatı ayıran itikatta mezhep imamımız İmam Maturudi’dir. ‘Neden, niçin?’ demek yerine, ‘Bu böyledir, bu böyle emredilmiştir, buna kafa yormaya hakkın yok, gerek de yok, kanunu koyan koymuş, sen de kimsin?’ demeyi tercih ediyorsun Sabri Bey. Bu anlayıştır Müslümanları dördüncü sınıf insan haline sokup, geri bırakan.

Gelelim Türk töresindeki senin ürktüğün ‘o daha öncesine’. Harbiye’de okumana rağmen hiç feyz almadığın o Atatürk, ‘Biz İslam dinine girmeden önce de büyük millettik’ diyor. Girdik ve Ahmet Yeseviler, Yunuslar, Hacı Bektaşlar, İmam Maturudi ve İmamı Azamlar, Mevlana ve Nesimî’lerle bu dine yeni yorumlar, içerikler kazandırdık, büyüttük bu dini, derinlik ve güzellik kattık. Bu, İslam’dan önceki uygarlık düzeyimiz ve büyüklüğümüzden olmuştur. Orhun Yazıtlarındaki edebi ve fikri derinlikli ifadeler, Doğu Türkistan’da yerin altına inşa edilen ve binlerce kilometreyi bulan Uygur karızları ve yeni bulunan Göktürk sikkeleri bunun en belirgin kanıtlarıdır. Haa bu dine öyle sizin dediğiniz gibi gönlümüzle de girmedik, nerdeyse yüz yıl direndik, savaştık, çünkü karşımızda gaddar, ırkçı ve yobaz bir güruh vardı. Sonra sonra ehli-beyt evladı geldi oralara, bir başka din anlayışını sundular, onu Göktanrı inancımıza uygun bulup girdik. Oku Biruni’yi bak senin o Müslüman komutanın Kuteybe bin Müslimin nasıl Türk katletmiş (70.000 Türk’ü ağaçlara astırdı), nasıl Türk eserlerini yıkmış (runik yazılı yazıtlardı çoğu), kitaplarımızı nasıl yakmış. Uygurların başkenti Hoço’da kitaplıklar, saraylar, tapınaklar yerle bir edildi. Orhun Yazıtlarını okuyan Danimarkalı Türkolog Thomsen bu kentin yıkıntılarını Pompei’ye benzetir. ‘Şu farkla ki, Pompei’yi doğal afet yıktı, burayı Müslüman orduları” der. Bu kentin kalıntıları arasında rahip elbiseli karmakarışık iskeletler bulundu. Bulunan kadın elbiselerinin çoğunda kan lekesi vardı. Türkistan Baykent’te Arap-İslam orduları, Türk erkek ve kadınlarını birbirinden ayırdılar, erkekleri çırılçıplak soyup elbiselerini kendileri giyindiler ve sonra onları çırılçıplak olarak dağlara sürdüler. Böylece otuz bin kişi açlık ve soğuktan öldü’. Öğren bunları dostum öğren… Cemaleddin Afgani’yi, İbn Haldun’u da oku ve öğren… Kavim asabiyeti ne, cinsiyet ne öğren. Molla kafasıyla bu meselelere çözüm aramaya kalkışma arkadaşım. Kitabında yazmışsın, ballandıra ballandıra anlatmışsın, dedenin, köyünüzde uyguladığı şerait, senin tek ütopyan… Oysa bak, Prof. Dr. Neşet Çağatay diyor ki ‘Kur’an’da sadece 50 kadar hukuksal hüküm var’ (Cumhuriyet Gazetesi 31 Ocak 1990), bu 50 hükümle mi bugünkü toplumu yöneteceksin arkadaşım? Olur mu arkadaşım? Onca devrim, hukuktaki onca gelişme, dünyanın nerelere geldiği, seni hiç ilgilendirmiyor mu? Bak Dostum, AKP’nin Bakanı İlahiyatçı Prof. Dr. Mehmet Aydın ne diyor: ‘Yorumun kaynağı, yani Kur’an-ı Kerim ilahi de olsa, yorum beşeridir. Beşeri olup da değişmeyen hiçbir şey yoktur. (…) O halde Kur’an ile ilgili yorumlarımızın değişmesinden daha tabii bir şey olamaz’  Yani, zamanın değişmesiyle hükümler de değişebilir. Yorumla daha çağdaş bir din anlayışı oluşturmak mümkündür.”

Bu dediklerime karşılık vermek yerine Sabri Bey, “Ben, benimle TMO’nun mescidinde namaz kılan Cazim Gürbüz’ü arıyorum, o nerede?” diye sordu.

O Cazim Gürbüz’ü ara ki bulasın Sabri Beğ, sizin zihniyetiniz yüzünden…

1) Yanlış yaklaşıyorsun, yanlış yerden bakıyorsun Dostum. Cumhuriyetin önemli ideolog-yazarlarından Sadri Etem Ertem, Türk İnkılabının Karakterleri (Kaynak Yayınları) adlı eserinde sizi tersinden doğrularken doğruyu da gösteriyor: “Ümmet hakimiyetine göre kurulmuş olan esaslar tamamıyla Arap örfünden çıkmış, üzerinden zaman geçmiş fosilleşmiş bir halde idi. Halbuki bir milletin bünyesi, oluşumu, diğer milletin bünyesine benzemez. Birbirine benzemeyen şekillenmelere tabi olan cemiyetlerin kanunları birbirleri için faydalı değil, ancak zararlı olabilir. Mesela Türk Milletinin tarihi seyri içinde aile ve kadın anlayışı ile Arap cemiyetinin kadın ve aile anlayışı bir değildi. Halbuki biz, şer’i hükümler dolayısıyla kadınlarımıza Arap camiasının kendi örfünden gelen hükümleri tatbik ediyorduk. Türk tarihi içinde Türk kadınının şer’i hükümlere tabi olduğu devre onun alçalma devrini ifade eder. Bundan zarar gören Türk Milleti idi.

2) Sabri Öge - Bir 21 Mayısçının Tarihe Tanıklığı/Sogev Yayınları