Faik Bulut, Ordu ve Din adlı eserinde, laikliğin ilk kez Sümerlerde ortaya çıktığını ileri sürüyor: “(...) Bunun başlangıcı Sümerlerdeki kent devletlere kadar uzanır. Kent devletleri teokrasilerinin başında, ‘tanrı vekili’ anlamına gelen unvan ile başrahip ‘ensi’ bulunuyordu. Çevresi barbar halklar okyanusu ile çevrili bu uygarlık adasında üretici güçleri, din adamları geliştirmişti. Ama barbarların akınlarına karşı uygar kent devletlerinin (dolayısıyla üretici güçlerin) korunması son derece hayati meseleydi. Üretici güçlerin korunması öncelik kazanınca, askerlerin önemi arttı. Askerler erk (güç) kazandı. Rahiplerin gücü biraz geriledi. Askerler tapınak denetiminden kurtuldular ve toplumun denetimini (dolayısıyla rahiplerin içini doldurdukları devlet kurumunu da) ele geçirdiler. (...) Yönetimin din adamlarından askerin eline geçmesiyle tarihte laiklik sorunu başlamış oldu. Bu düzlemde laiklik, gerçekte iktidarın kimde olacağı sorunudur.(1)
M.Ünal Mutlu, laik sözcüğünün de Sümer kökenli bir sözcük olduğunu öne sürüyor: “Kengerce (Sumerce) LU insan, LULU halk anlamındadır. İG dönük, yönelik anlamında bir sonek olup LUİG ‘halka dönük’ demektir. Kengerce’de LULU kelimesi Öztürkçe’de ULUL, günümüzde ULUS olark görülür. Günümüzde anlam kaymasına uğrayan LAİK (halkçı), LAİSİTE (halkçılık) kelimelerinin köklerinde LU ve ULUS kelimeleri görülmektedir. Kengerler’de sayısız tarikat ve farklı dinsel inanç olmasına rağmen, bilinir ki kimse kimsenin inancına karışmamıştır.(2)
İslam’dan önce Türkler teokratik bir toplum nizamı içinde değildi. Teokrasi yani dinî esasların ve hiyerarşinin siyasi ve içtimai hayata her sahada egemen oluşu nizamı, Türklere yabancıydı. Eski Türk dini olan Şamanizm ve onu yöneten Şamanlar, toplum hayatında ön planda gelmiyordu. İslam’dan önceki Türk boylarında dinî taassup yoktu. (3)
Eski Türk devletlerindeki laik sistem için Devletler Hukuku yazarlarından Belçikalı Ernest Nys, Devletler Hukuku Kitabı’nın başlangıcında “laikliğin Turanlı bir kurum olduğunu” yazmaktadır. Ona göre “laik sistem, Türklerden Hıristiyanlara geçmiştir. Nitekim Cengiz Han her çeşit din adamına saygı gösterirdi. Cengiz Han’dan önceki Orta Asya Türk devletlerinde de laikliğin geçerli bir ilke olduğunu Cengiz Han’ın bu aşamaya varmış olmasından anlayabiliriz. Türkler, tarihin en eski çağlarında din, inanç ve siyaset işlerini birbirinden ayırmışlardı.(4)
Türklerde dinin devlet işlerinden ayrı tutulduğunu gösteren örneklerden biri de Hazar Devleti’nde cereyan etmiş. 10. asır seyyah ve coğrafyacılarının verdiği bilgiye göre; Hazar Devleti 'nin başkenti İtil şehrinde camiler, kiliseler ve havralar yan yana bulunmakta, büyük bir ticaret merkezi olduğundan her inançtan tacirlerin kaynaştığı bu memlekette herkes kendi dininin gereklerini, ayin ve ibadetlerini kendi mabedinde serbestçe icra etmekte imiş. (d.m. dunlop, thehistory of thejewishkhazars, princeton, 1967. s. 89 vd) (5)
Büyük Timur’un yedinci kuşaktan torunu olan Hindistan padişahı Ekber’in (1542-1605), hocalara atıfta bulunarak, “Allah’a tapmak iddiasında bulunanların ekserisi kendi emellerine taparlar” demesi boşuna değildir. Ekber, atalarından kalmış Hindistan’daki Türk devletini ayakta tutabilmek için giriştiği ıslahatlarında en büyük zorluğu bu hırslı hocalardan görmüştür. Türklüğün yetiştirdiği en yüksek uz kişilerden olan Ekber, din ve hocaları iyi anlayan, onlara karşı devrim girişiminde bulunan ilk Türk padişahıdır. Onun amacı, dini temellere dayanan ve dolayısıyla türlü dinlerden, onlar için başka başka olan birçok kanunlar yerine, herkesçe uyulması gereken ve dini esaslardan ayrılan laik özde kanunlar yapıp, halk arasında eşitliği sağlamaktır.
Ekber’in ortaya koyduğu yeniliklerden bazı örnekler:
1.Bir kadından fazla evlilik yasaklanır.
2.Akraba evliliği yasaklanır.
3.Herkesin beğendiği dine girmesine ve her din mensuplarının istedikleri gibi ibadet evi yaptırmalarına izin verilir.
4.Eğitimde ahlak ve bilime önem verilir.
5.Faizle borç para verilmesine müsaade edilir.
6.Şarap satma ve içmeye müsaade edilir. (6)
Selçuklular’da daha açık ve ciddi anlamda laiklik uygulamasının başladığını görmekteyiz. “1058 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul, Abbasi halifesi ile din işlerinin halife tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine karışmaması gerektiğinde anlaşır. Halife kendi belindeki kılıcı sultanın beline takar.” (7)
Sultan II.Osman, yani Genç Osman... Osmanlı Padişahlarının en atılganı, en devrimcisi ve en talihsizi… Değerli yazar Mevlüt Uluğtekin Yılmaz’ın deyimiyle “Avrupalıların 168 yıl sonra Fransız ihtilali ile görebildikleri millet gerçeğini, O, 1621 yılında dünya gündemine sokmaya çalışıyordu. O sanki ‘Türk Aydınlanması’nı sağlamak istiyordu. Eğer başarsaydı, Osmanlı Devleti, çağın ilerisinde bir zihniyet temsilcisi olabilirdi” (8)
Peki ne yapmak istiyordu bu büyük Türk Hakanı. Onu da İsmail Hami Danişmend’den alarak yazmış Mevlüt Uluğtekin Yılmaz:
“Soysuz yeniçeriyi yok edip, yerine Anadolu Türk’ünü doldurmak.
Dönme ve devşirmelerin kökünü kurutmak.
Fitne kaynağı yabancı kadınlarla dolu Harem’i ortadan kaldırıp, Saray’a Türk’ten başka kadın sokmamak...
Devlet merkezini Türklüğün bağrına; Anadolu’ya taşımak.
Din adamlarını devlet işlerine karıştırmamak.
Saray geleneklerini, kıyafetlerini, eskiyen kanunları değiştirmek”
Genç Osman bütün bunları yapamadı, neden yapamadığını anlatacağız, ama önce son derece önemli ve çarpıcı bir gerçeğe dikkati çekelim. Genç Osman’ın 1621’de yapmak isteyip de yapamadıklarının tamamını Büyük Atatürk 302 yıl sonra gerçekleştirmiştir.
Atatürk bu yaptıklarıyla Genç Osman’ın intikamını da almış oluyordu. O Genç Osman’a yeniçerilerin neler yaptığını Yılmaz Öztuna şöyle anlatıyor: “Padişahları, halifeleri olan İkinci Sultan Osman Han’ı yakalayıp Orta Cami avlusuna getirdiler. Sonra da çırılçıplak soyup bir at arabasına bindirerek, çok çirkin hareketlerle Yedikule zindanına götürdüler. Zindanda gerçekten çok çirkin tecavüzlerde bulundular. Daha sonra da boğazına ip takarak öldürdüler.” (9)
Genç Osman’ın yapmak istediklerine koşut birtakım devrimleri Nadir Şah İran’da yaptı.
Nadir Şah, İran’daki Afşarlılar Hânedanının kurucusudur. 1688′de yılında doğdu. İmâm Kulu bin Nezr Kulu’nun oğludur. Türklerin Afşar boyundandır.
Nadir Şah’ın Şii-Sünni ayrılığını son erdirmek için yaptığı bu yürekli girişimler yanında, din ve devlet işlerinin ayırmak istediği ve bu düşüncelerini vezirine açtığını, Azerbaycan kaynaklarından öğreniyoruz. Neriman Nerimanov, Nadir Şah adlı eserinde bu devrimci Şah’ın yapmak istediği yenilikleri şöyle açıklıyor:
“Nadir şah öz planlarını en çok güvendiği vezirine şöyle açıklıyordu:
-Öncelikle düşüncem budur ki, iki düşmanı barıştırayım. İki düşman yani iki mezhep… Şiilik Sünnilik sözcüklerini duymak istemiyorum.
-İkinci fikrim, İncil bizim dilimize de çevrilmeli. Her padişah, tüm uyruklarının dinini öğrenmeli.
-Üçüncü fikrim, mollaların etkisini azaltmak. Bir devlet ki mollaların etkisinde yaşar, o devlette ilerleme olmaz. Çünkü onlar her zaman halkı karanlıkta yaşatmaya çalışırlar. Develet ilişkin işlerin tamamını ruhanilerden almak gerekir” (10)
Osmanlıya dönelim yeniden. 1730 yılında bir başka Osmanlı Padişahı I. Mahmut, ülkemizde ilk basımevini kuran İbrahim Müteferrika’yı Avrupa’ya gönderip “Küffarın ekser zamanda galebesine ve ehl-i İslamın mağlubiyetine sebep nedir? Araştır, bildir” buyurmuş. Müteferrika, “Milletlerin Düzeni Üzerine Düşünce Yolları” adlı eserinde başka nedenlerle birlikte Batı’nın laikleşmesini de önemli bir sebep olarak belirtmiştir: “Günümüzde artık devletler dinden ve gelenekten gelen esaslara göre değil, akıl ve bilim ilkelerine göre yönetilmektedir.” (11)
19.yüzyılın Türkçü akımı aynı zamanda halkçıdır ve laikliğe yönelmiştir. (...) Dönemin ihtilalcilerinden olan Ali Suavi’ler köktenci bir laikliği savunur. (12) Ali Suavi, Tanzimat’ın düalist (ikici) görüşüne karşı çıkan, laiklik sözcüğünü ülkemizde ilk kez kullanan bir düşünürdür. Öğretimde birlik düşüncesini savunmuştur. (...) Ali Suavi, dünyanın din yasalarıyla yönetilmesine karşı çıkmış ve laikliği önermiştir. (...) Türkiye’de Cumhuriyet’ten önce bir laiklik düşüncesi ve laiklik savaşımı varsa, bu Ali Suavi’nin söylediklerini ve yapmak istediklerini aşmış değildir. (13)
Tanzimat döneminde laikliğe yönelik gelişmeler sürmüş ve yeni kurulan rüştiye okulları -ki Atatürk’ün temel eğitimini aldığı okul- öğretmen okulları, darülfünun ve sanat okulları din otoritelerinin tekelinden kurtarılmış, bu sivil okulların yönetimi için merkezi bir kurum olan Maarifi Umumiye Nezareti adıyla, bugünkü Milli Eğtim Bakanlığı’nın öncüsü kurulmuştur.
Tanınmış toplum bilimcilerimizden Niyazi Berkes’ten öğrendiğimize göre, hukuk alanındaki gelişme daha da önemli olmuştur: ”1840 yılında kabul edilen Ticaret kanunu,1858’te kabul edilen Osmanlı Ceza Kanunu ile şeriat mahkemelerinin yanında Batı’dan alınan yeni bir hukuk ve mahkeme sistemi gelişmeye başlamış ve gittikçe daha büyük ölçüde şeriat hukukunun yetki alanını daraltmıştır. Bu yeni hukuk sistemi ile, borç verilen paraya faiz esası getirilmiş, şarap içenlere sopa çekilmesi, eşkıyanın asılması, zina yapanların taşlanarak öldürülmesi gibi uygulamalar kaldırılmıştır.”
Tanzimat döneminde din işleri ile devlet işlerinin ayrılması tartışmalarının da yapıldığını görmekteyiz: “Örneğin 1908 tarihli Mizan’da Murat Bey’in (Mizancı Murat) ‘Din devletten hilafet saltanattan tefrik edilemez’ demesine karşılık, Lütfü Bey’in ‘Hapishaneye Doğru’ adını taşıyan ve ne yazık ki baskısı yapılamayan kitabında ‘Hünkâr, ya hükümdar ya halife olsun. Halife olursa, sarayına çekilip din işlerine baksın. Yok hükümdarlığı tercih ediyorsa, bize hilafetin lüzumu yoktur. Fars Hâkimi, İran şahı kim istiyorsa ona verelim. O tehlikeli silahı biraz da onlar istimal etsinler. Biz istimal ettik ağzımızın payını aldık’ diye yazabilmesi gerçekten ilginçtir.” (14)
Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdulaziz’e yazdığı ve “Saraylara her şey girer, doğruluk girmez” diye başlayan uzun dilekçesinin bir paragrafı da laikliğe dairdir:
“Eğer din’in böyle bir cebri varsa –yok ya- zat-ı şâhaneniz benden daha iyi biliyorsunuz ki, din ve mezhep ancak ruha hükmeder ve bize ahiret nimetleri vaadeder. Yoksa milletlerin hukukunu hudutlandıran ve gösteren din ve mezhep değildir. Din, ezeli hakikatler makamında durup kalmazsa yani dünya umuruna da müdahale ederse cümleyi itlâf eder, yok eder ve kendisi dahi telef olur, yok olur” (15)
Berkes’e göre laikliğe doğru en önemli adım, İttihat ve Terakki idaresince atılmıştır. İttihat hükümeti, Ziya Gökalp’ın fikir babalığını yaptığı bazı önerileri, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kanunlaştırmıştır. Bu kanunlarla Şeyhülislam, hükümet üyesi olmaktan çıkarılmış, ilkokullar medreselerin elinden alınıp Milli Eğitim Bakanlığı’na, Şeriat mahkemeleri de Şeyhülislamlık’tan ayrılarak Adliye Bakanlığı’na bağlanmıştır. (16)
Zeki Velidi Togan ve onun gibi milliyetçi düşünce taraftarları, devlete laik ve milli bir bünye kazandırabilmek için İbn Haldun’a dayanma gereğine inanmışlardır. Togan’ın 1914’te Bilgi Mecmuasında yayımlanan makalesi Mustafa Kemal tarafından da dikkat ve ihtimamla okunmuştu. Togan bu yazısında şöyle diyordu:
“Teokratizm (şeriatçılık) Türkler için başbelası bir zihniyettir. Teokratizm İslam camiasının öz sıfatı değildir. Biz garp medeniyetine uyarken İslamiyet de ona uymalıdır. Zaten her vakit tarihte saltanatı hilafetten ayırmışlardır. Türk ve Moğolların idare sisteminde dinle ilgili bir şey yoktur. Cengiz’in yasa sisteminin tatbiki, İslam âleminde yeni bir çığır açtı. Orta Asya’daki İslam memleketlerinin Rusya’ya esir düşmelerinin başlıca sebebi bunların Cengiz yasasından ayrılarak şeriata dönmeleri olmuştur. (17) Timur, memleketi yasa ve tüzükle idare etmişti. Dinle devlet tamamiyle ayrı olmalıdır. Kur’an ahkâmı, dünyevî ahkâmla tebdil edilmelidir. Mısırlı müftülerin İslamiyet’i ıslah ederek onun muasır kanunlara esas kılma yolundaki çabaları boş şeylerdir.”
Ayrıca İbn Haldun’daki asabiyet fikri de Togan tarafından milliyetçilik istikametinde izah ve tefsir edilmişti.
Görülüyor ki, laik bir devlet düzenin, milli bir anlayışa, batı medeniyetine ve hilafetin ilgasına taraftar olanlar, İslam dünyasında en çok İbn Haldun’a dayanmışlardır. Türkiye’de hilafet kaldırılırken İbn Haldun yine delil olarak kullanılmıştı. İlk Adliye Vekili Seyyid Bey, ‘Hilafetin mahiyet-i şeriyyesi’ (1340’da mecliste yapılan konuşmanın tam metni) isimli küçük risalesini yazarken İbn Haldun’dan ilham almıştı. (18)
Yukarıdaki satırların yazarı İlahiyatçı Profesör Süleyman Uludağ’dır. Dünyanın ilk sosyologu, tarih felsefesinin piri, devlet ve din adamı İbn Haldun’un ünlü ansiklopedik eseri Mukaddime’ye yazdığı takdim yazısında veriyor bu bilgileri. En büyük tarih bilginlerimizden biri olan Ord. Pof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın “Hatıralar” adlı kitabında yukarıdaki satırların devamı da var. Bir de onları okumak gerek:
“14.yy’da tarih felsefesi ve içtimaiyat ile meşgul âlimlerin yalnız Akdeniz ve İspanya sahasında yetişen İbn Haldun gibi garplı İslam âlimlerine mahsus kalmadığını, bu fikrin aynı zamanda Temür zamanında Semerkand’a gelmiş olduğunu, 1913 kışın Buhara kütüphanelerindeki yazma eserleri tetkik ederken öğrenmiştim. Bu eser İbn Haldun’un çağdaşı olduğu halde onu görmeden aynı felsefî fikirlere vasıl olan Şemcİcî’nin eseri idi. Temür zamanında ve onun emriyle tarih felsefesine ve Türk kanun ve devlet idare sistemlerine tahsis edilerek yazılan Temür’e takdim edilen ‘Tukhfa’ ismindeki bu büyük eseri ben ancak İstanbul’a geldikten sonra, Yenicami Kütüphanesinde buldum. ‘Şeriat’ yerine ‘Yasa’ya ve ‘din’ karşısında ‘riyazi’ ilimlerin neticelerine ön verilmek gerektiğinden bahseden bu eserden sohbet esnasında Atatürk’e de bahsetmiştim, o da ‘Yaman Türk bu Temür’ dedi.”
Tam burada Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal’ın “Teokratik Devlet ve Laik Devlet” adlı yazısından bir bölümü ekleyelim ve görelim Eski Türk dini GöktanrıDini’nin ruhanilerinin devlet yönetimi konusunda hangi konum ve yaklaşımda olduklarını:
“İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde ‘han’lar dini reis sıfatını taşımamışlardır. Orta Asya Türklerinin İslamiyet’ten önceki dini Şamanizm, evrenin yaratıcısı olarak bir Tanrı’nın varlığını kabul eden dinlerdendir. Bu dinin ruhanilerine ‘Kam’ deniyordu. Millet hayatında önemli rolleri olan Kam’lar devlet işlerine karışmıyorlardı.
Öte yandan gerek Doğu Türkistan gerek Batı Türkistan’daki çeşitli Türk hanlıklarında, o döneme göre çok ileri sayılabilecek derecede din hürriyeti vardı. Aynı devletin yurttaşları değişik dinlere bağlı olarak bir arada ve barış içinde yaşayabilmişlerdi.”
1- Faik Bulut/Ordu ve Din
2- Bilim ve Ütopya Dergisi-Sayı 178 sayfa 30
3- Şevket Süreyya Aydemir-Tek Adam 3. Cilt
4- Hüsamettin Ünsal-Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi-Sayı 15 Temmuz 1989
5- Ekşi Sözlük
6- İklil Kurban-www.yalquzaq.com 27.6.2009
7- Hulki Cevizoğlu/Yeniçağ Gazetesi 30 Haziran 2008
8- MevlütUluğtekin Yılmaz-Osmanlı’nın Arka Bahçesi
9- Yılmaz Öztuna-Büyük Türkiye Tarihi
10- Mir Celal-FiridunHüseynov-Örneklerle 20.Esr Azerbaycan Edebiyatı
11- www.inkilap.info/Türk devrim tarihi
12- Doğu Perinçek-Altı Ok
13- M.İskenderÖzturanlı-Türkiye’de Laikliğin Serüveni
14- Faruk Erginsoy-İslam, Sol Düşünce ve Laiklik
15- Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu-Komitacılar (Yazar Mustafa Fazıl Paşa’nın bu dediklerine katılmadığını ifade ediyor)
16- Prof.Dr Cengiz Güleç/www.aleviakademisi.de
17- Mahmut Esat Bozkurt, Cengiz Han ve Orta Asya Türk devletlerinin laikliğini şöyle ifade ediyor:“Lâik devlet, Türklere yabancı bir devlet sistemi değildir. Cengiz hanedanına mensup kadın ve erkeklerden bazıları Şaman, bazıları Hıristiyan bulunuyorlardı. HattâCengizin, Hülâgu'nun boş zamanlarında Hıristiyan, Budist, İslâm Âlimlerini bir araya toplayarak, huzurlarında din söyleşileri yaptırdıkları pek meşhurdur. Cengiz'den önce gelen büyük Asya'daki Türk devletlerinde geçer sistemin laiklik olduğunda şüphe yoktur."
18- İbn Haldun/Mukaddime/Hazırlayan Prof.Dr. Süleyman Uludağ