Devrim, güneş kadar parlak, güneş kadar sıcak ve güneş kadar bizden uzaktır. Yönümü daima o güneşe bakarak belirler ve öylece ilerlerim, ilerlerim; parlaklığı ve sıcaklığı ilerlememe izin verinceye kadar ilerlerim. Tekrar ilerlemeye devam etmek üzere dururum; tekrar o güneşe bakarak yönümü belirlerim. ATATÜRK(1)

Çok değer verdiğim, sık sık da alıp okuyup yararlandığım bir değerli yapıt vardır, adı: “Türk Siyasal Yaşamında Kadro Hareketi”, yazarı: Merdan Yanardağ. Kadro Hareketi’ni o kitaptan yararlanarak aktaracağım. Ama önce Kadroculardan biri olan, Vedat Nedim Tör’ün anılarını topladığı “Yıllar Böyle Geçti” adlı kitabının başlangıç bölümünden bazı satırlara yer vermek istiyorum:

“Bu satırları yazarken 78 yaşındayım. Kafam çok şükür hâlâ işliyor. Daha çalışabiliyorum, düşünebiliyorum. Henüz bunamadım. Bu tabiatın hoş bir oyunu…

Belleğim, zaman zaman vefasızlıklar yapıyorsa da, bazı olayları dün yaşamış gibi hatırlıyorum. İşte bunlardan biri, mütareke yıllarında Berlin Üniversitesi’nde öğrenci iken, Profesör Werner Sombart’ın dersinde duyduğum şu sözlerdir:

‘Osmanlı İmparatorluğu tipik bir yarı koloni örneğidir. Bir zamanlar üç kıtaya yayılmış haşmetli imparatorluk, endüstri devriminin ekonomik ve sosyal koşullarına ayak uyduramadığı için, bugün geri kalmışlığın bütün illetleri ile malûl olarak emperyalist devletlerin elinde, tam bir parçalanma ve kokuşma halinde can çekişmektedir.’

Boğazıma kaskatı bir yumruk tıkandı. Sanki bütün sınıf dönmüş bana bakıyordu. Geri kalmışlığın suçlusu benmişim gibi utancımdan kahroldum, yedi kat yerin dibine geçtim. O anda, içimde bir kin volkanının patladığını duydum. İçimden ayağa kalkıp emperyalizme karşı; ‘Türk’üm ve düşmanın sana, kalsam da bir kişi’ diye kükreyen ozanımızın bütün hıncıyla haykırasım geldi. Günlerce bu ezilmişliğin, bu burukluğun baskısı altında kaldım. İçim içimi yiyordu. Sınıfta öteki hocaların derslerini dinlerken de birden dalıyor ve Prof. Sombart’ın o tok ve manevi sesini duyar gibi oluyordum.


İşte bu huzursuzluk ve bunalım havası içinde, günlerden bir gün bir kitapçı dükkânında Lenin’in ‘Kapitalizmin Son Aşaması Emperyalizm’ adlı kitabı ile karşılaştım. Derhal aldım. Sömürürcesine okudum. Sonra Marx’ın, Engels’in, Kautsk’nin, Bernstein’in eserlerine daldım. Büyülenmiş gibiydim. Vatanımın bu trajik çöküntüsünün, çözülüp parçalanışının nedenlerini bu eserler ışığında, bir röntgen filminde seyreder gibi oluyordum.


(…) Yalnız Anadolu’dan bambaşka bir ses yükseliyordu.


‘Ya istiklal ya ölüm’


Milli bağımsızlık ve vatan bütünlüğü uğruna ölümü göze alan bu tok ve erkek ses, o zaman Berlin’de ve Almanya’da okuyan Türk öğrencilerin ve fabrikalarda staj yapan ‘imalat-ı harbiye’ ustalarının ruhunda, zifiri bir karanlık içinde göğü baştan başa yarıp aydınlatan bir şimşek gibi patladı.


Erzurum ve Sivas kongrelerinden geçerek Ankara’ya kadar uzanan ulusal şahlanışın yankıları, Berlin Türk Kulübünde kader birliği yapan gençlerin iradesini bir çelik banyosu ile güçlendiriyordu. Bütün bir düşman dünyaya karşı, yokluklar ve yoksulluklar içinde savaşan Anadolu’nun masal kahramanları gibi ulu liderine, Mustafa Kemal’e dostluk elini uzatan tek devlet ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ olmuştu. Bu davranış Berlin’deki yüksek öğrenim gençliğini adeta büyüledi. Nurullah Esat Sümer, M.Nermi, Mümtaz Fazlı Taylan, Vehbi Sarıdal, Nizamettin Âli Sav, Sadık Âhi ve daha adlarını şimdi hatırlayamadığım birkaç arkadaş ‘Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Partisi’ni kurduk. ‘Kurtuluş’ adlı bir dergi yayınlamaya başladık.


İşte 1918-22 yılları arasında Berlin’deki bazı Türk gençleri, içinde bunaldıkları boşluk, yalnızlık havasını dağıtmak için kendi kafa ve ruh besinlerini ‘Marxsist’ dünya görüşünde bulmuşlardı. Bazıları da hilafetçi, saltanatçı, Turancı idealler etrafında birleşti ve savaştılar. Bu, çöküş ve parçalanış halindeki Osmanlı İmparatorluğunun ideolojik fakrının (yoksulluğunun) doğal bir sonucu idi.


Berlin’de tahsilimizi bitirip İstanbul’a döndükten sonra da bazı arkadaşlarla komünist partisini yaşatmaya çalıştık. Her komünist Partisi gibi biz de Moskova’da Komintern’e bağlıydık. Ve zaman zaman bu merkezden bizce doğru olmayan birtakım direktifler alıyorduk. Ben, Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Belge, bunlara karşı direniyorduk. Fakat parti disiplininin kurallarına göre Moskova’nın emirlerine kayıtsız şartsız uymak gerekliliğini bize hatırlatan Komintern’in mümessili Şefik Hüsnü, karşısında partiden çekilmekten başka yol bulamadık. Ve bu kararımızı bir toplantıda açıkça bildirdik. Böylece parti ile ilgimizi kestik. Fakat aradan çok geçmeden bir ihbar üzerine tutuklandık. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken, ben, Başsavcı Kenan Bey’e ve Hâkim Sabri Bey’e gerçekleri bütün çıplaklığı ile anlattım. Bu davranışımdan dolayı bana ‘muhbir’ damgası vurdular. Oysaki ben, sadece vicdanımın emrettiği yolda yürümüştüm. Doğruluğuna inanmadığım birtakım gösteriş hareketlerine körü körüne sürüklenmektense, partiden ayrılmayı tercih etmiştim. Bu büyük kırılma karşısında içimde yine bir boşluğun açıldığını duydum: Bir ideolojik mihrabım yıkılmıştı.”


Evet şimdi kadroculara ve kadro hareketine geçebiliriz. Kadrocular altı kişiden oluşan aydın grubu, bunların beşi geçmişte Marksistti. Sayalım adlarını: Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İsmail Hüsrev Tekin, Burhan Asaf Belge ve Şevki Yazman.

Kadrocuların amacı “İnkılabın ideolojisini oluşturmak”. “Türk devrimi adeta ideolojisiz. Madem bir inkılap vardır, ideolojisi de olmalıdır” savında idiler. Bu amaçla çıkarıyorlar Kadro Dergisi’ni ve Cumhuriyet’i kurup ülkeyi yönetmekte olan kadrolardan da destek görüyorlar başlangıçta. Sözgelimi onuncu yılda Mustafa Kemal Paşa, kadrocuları övecektir, ismet Paşa da bu dergide yazılar yazacaktır.

Kadrocular esas olarak Kapitalizm ve Komünizm arasında üçüncü yolu oluşturma amacındaydılar. Üçüncü yol ama bu yolun bir ucu Sultan Galiyev’e kadar uzanıyor. Merdan Yanardağ, Kadrocularla Galiyev arasında organik değil, düşünsel bir bağ olduğunu söylüyor. Kadrocular Fransız Devriminden sonra kurulan devletin bir burjuva devleti, Sovyet Devriminden sonra kurulan devletin ise bir proletarya diktatörlüğü olduğunu söyleyip ikisine de karşı çıkıyorlardı.


Peki başka neleri savunmuşlardı kadrocular? Kadrocular planlı devletçiliği savunuyorlardı, demokrasiye karşı çıkıyorlar, o günkü koşullarda totaliter değil ama otoriter bir rejimi gerekli ve yararlı görüyorlardı. “İnkılap halkın hayrına olanları halka rağmen, halka getirmelidir” savını ileri sürüyorlardı. Kadroculara göre “Demokrasi, kapitalizmin siyasi ve idari kılıfından ibarettir, vereceğini vermiştir, sözü bitmiştir.” Marksizm’i reddediyorlardı, tarihi materyalizmi kabul ediyorlardı ama ulusal kurtuluş savaşlarını açıklamakta Marksizm’in yetersiz kaldığını söylüyorlardı. “Düşünce mi (ruh mu) önce gelir madde mi?” sorusuna “madde” yanıtını veriyorlardı. Analiz ve yaklaşımda, diyalektik yöntemi kullanıyorlardı. Yanardağ, Kadro’nun ideolojisinin Mao’nun “Üç Dünya Teorisi”nin habercisi gibi olduğunu ifade ediyor. Bu yargıya şuradan varıyor: Kadroculara göre “Dünyadaki temel çelişki emekle sermaye arasındaki çelişki değil, emperyalist ülkelerle sömürge ve yarı sömürge ülkeler arasındaki çelişkidir.”

Şevket Süreyya, bu düşüncelerinin bir bölümünün CHP programına da girdiğini söylüyor ama Kadro Hareketi birçok aydın ve CHP içinde rahatsızlığa yol açmış ve çıkışından 3 yıl sonra kapanmış/kapatılmış, yazarları çeşitli görevlere getirilmiş, Yakup Kadri de “Zoraki Diplomat” olmuş.

Ancak Merdan Yanardağ, “Kadrocular, Kemalizm’i Türk Solu’na hediye etmekle oldukça başarılı bir sonuç almıştır” görüşüne varıyor.

Ne ki, kadro hareketi burada ve bu kadarla kalmıyor, 1960’lı yıllarda “Yeni Kadrocular” olarak “Yön Hareketi” ortaya çıkıyor. Şevket Süreyya o hareketin de içinde. Yön Hareketi, Yanardağ’a göre, tarihimizde ciddi bir biçimde iktidara oynayan ilk sol hareket.  Yön Hareketi de bir aydın (Yön Bildirisini imzalayanların sayısı 1000’i geçmişti) ve dergi hareketi. Toplam 222 sayı çıkmıştı Yön.

Yön Hareketi, milliyetçi, devrimci ve sosyalist bir hareketti, ekonomik ve siyasal devletçiliği savunuyorlardı. İşçi Sınıfı önderliğinde bir sosyalizm değil, Milli Kurtuluş Cephesi önderliğinde Milli Kurtuluş Devrimi istiyorlardı. Yön Hareketi’nin en önemli ismi elbette Doğan Avcıoğlu idi. Yön Dergisi 1967’de kapanır, 1969’da Devrim yayınlanmaya başlar.

Yön Hareketine benzer bir hareket de Mili Demokratik Devrim hareketidir. MDD, Çin ve Vietnam modellerinden esinlenmişti ve Yön’den farkları, Marksizm’i Türkiye koşullarına uygun olarak yorumlama çabalarıydı. 

1) Ahmed Cevat Emre, Muhit Mec, Sene : 4, No : 48, 1932, s. 2