Türkiye’nin son üç yüz yılı “büyük bir hesaplaşmanın” yaşandığı yıllardır. Bu hesaplaşmada Batı açısından önce imparatorluğun tasfiyesi vardır ama bu yeterli değildir. Dahası, asıl hedef bu toprakların bir daha o ruhu taşıyan bir devletin, bir medeniyet ufku olan bir anlayışın, yeniden hâkim olmasını engellemektir.

Bir anlamda Batı, o ünlü “şark meselesini” çözmek istemektedir. Fakat bu rastgele bir çözüm değil, nihai bir çözüm olsun istemektedirler. Bir başka ifadeyle onlar için, “şark meselesi” Türklerin ellerinde kılıç, rahlelerinde “Kelam-ı kadim” bu topraklara adım atmasıyla başladıysa, nihai çözüm de bu yapının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktı. Batı uygarlığının yükselişi ve doğunun çöküş sürecine girmesinin nedenleri, kaynakları üzerinde ayrıca durmak lazımdır; şimdilik şunu belirtmek gerekir ki, bu “Doğu-Batı” ilişkilerinin zaman zaman etkileşim, zaman zaman mücadele ve birçok zaman da bu mücadelenin savaşa dönüştüğü bilinmektedir.

Ne oluyor?

Bugün de olan budur. Hem etkileşim, hem mücadele ve savaş ilişkilerde bütün sıcaklığıyla devam ediyor. Burada Türkiye merkez ülkedir.

1920’lerde Sykes-Picot ile çizilen sınırlar bu mücadelenin siyasi bir yansımasıdır. Batı artık Hint’i, Çin’i, Afrika’yı sömürgeleştirip hizaya soktuktan sonra, Ortadoğu’yu da belli bir düzen içinde kontrol etmektedir. Burada Türkiye’ye biçtikleri rol bellidir: Batı’nın yanında, kendi ruh dünyasından ve medeniyet kimliğinden uzak, nihayetinde Batılılaşıp yok olacak bir uydu ülke! Buna düpedüz asimilasyon da denilebilir.

Türkler kendi “medeniyet kimliklerinden uzaklaşınca” neye benzerler? Cevap açıktır: Türkçe konuşan Hıristiyan-Batılı-beyaz adamın hayat tarzını yaşayan ikinci sınıf Batı mukallitleri olurlar. Türkçeyi ne zaman unuturlar? Batı için orası teferruattır. Eski “misyoner mekteplerinden” mezun olan aydınlarda veya monşerlerde sıkça görüldüğü gibi olsa ne olur!

Batı’nın “oyun planı”, tarihsel gelişmeleri belli bir ideolojiye göre öngören, ekonomik-politik gücünün yayılma ve dünyayı yönetme iddiasına dayanmaktadır. “Pozitivist anlayışa” göre Batı, bilim-teknoloji- ekonomik alanlarda üstünlüğünü politikaya dönüştürdükçe, uluslararası hâkimiyeti sadece kesin değil aynı zamanda mutlaktı.

Yeni bir siyasetin yükselişi

Batı, bugün çok önemli sorunlar içinde yaşıyor. Bu sorunların altından kalkmasının zor olduğunu şimdiden ortaya koyan birçok olaydan bahsedilebilir. Bunlardan birisi de, “Batı projesinde Doğu sorununun çözüm” biçimidir. “Şark meselesi” artık yükselen Batı’nın, “dünyaya nizam vermek” için giriştiği “büyük oyundaki” gibi çözülebilir bir konu olmaktan çıkmıştır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Estonya ziyareti sonrası katıldığımız görüşmede, Türkiye’nin başta Ortadoğu olmak üzere, dünya meselelerine dair yaptığı değerlendirmelerinde, fark edilmesi gereken ilk husus, artık bu coğrafyanın, bu kültürün “kendi siyaset aklının” Batı’nın peşinde sürüklenen bir anlayışı kabul etmediği gerçeğidir. Batı’nın “büyük oyun” içinde çözmek istediği “Şark meselesine” kendi tarihi derinliği içinden cevap verecek “yeni ve milli bir tavırdır” bu.

Bu aşamada karşılaşılan sorun ise, dünyada yaşanan bu değişimin Batı-Doğu ilişkilerinde yaşanan farklılaşmanın, Türk aydınları ve medyası tarafından kavranılamamış olmasıdır. Şurası açıktır ki, bu tarihsel hesaplaşmada “Türkiye’nin geleneksel iktidar elitlerinin” ve “egemen aydınlarının” hâlâ Batı’ya bağımlı pozisyonlarını değiştirmemiş olmaları, Türkiye açısından büyük bir sorundur. “Siyasetle-aydınlar” arasındaki bu çelişki, bir anlamda “demokrasiyle-antidemokratik zihniyet” arasındaki çatışmanın ürünüdür. Buradaki denklemi çözecek ittifak, demokrasi sayesinde güçlenen siyaset yaklaşımı, yerli değerler üzerinden gelecek tasavvuruna yönelen yeni aydınlar ve doğrudan doğruya toplumun sivil gelişme taleplerinden oluşmaktadır.