1973 yılı baharıydı. Cumhuriyet'in 50. yılı için marş yazılması konusunda üç isim gündemdeydi. Arif Nihat Asya, Orhan Şaik Gökyay, Bekir Sıtkı Erdoğan.
Üç şair bir araya getirilmiş, Bekir Sıtkı Erdoğan üzerinde mutabakat sağlanmıştı. İzleyen günlerde Yozgat'ta bir şiir gecesi vardı. Yozgat'tan gönderilen bir minibüsle Ankara'dan yola çıktık. Büyük bir ilgiyle karşılaşmıştık. Andığım şairler de bizlerleydi. Ekibimizdeki genç ve güzel bir şair hanımın etrafında Orhan Şaik ve Arif Nihat şiirlerini pervane gibi salıveriyorlardı.
Şiir gecesinde Yozgat'taki büyük salon hınca hınç doluydu. Soyadı sıralamasına göre ilk şiir okuyan bendim. Ardından Arif Nihat Asya kürsüye gelirken, salon alkışlarla çınlıyordu. "Bayrak... Bayrak..." temposu tutuluyordu. Hoca kürsüde ağzını açmadan salona bakıp duruyordu. Yine "Bayrak... Bayrak..." temposu başlamıştı ki Arif Nihat Asya gürledi: "Ben Bayraksız kürsüde Bayrak okumam..." Evet, kürsüyebir bayrak asılması akıl edilememiş olmalıydı. İlgililer telaş içinde harekete geçtiler, bayrak getirilip kürsüye konana kadar Hoca da öylece bekledi. Nihayet Bayrak ve diğer şiirlerini okuyarak salonun nabzını yakalamış oldu.
Bu şiir yolculuğu sırasında Arif Nihat Asya ve Orhan Şaik Gökyay, güzel bir hanımın kendi yanlarına oturması için alttan alta bir rekabeti sürdürüyorlardı. İkisi de esprileriyle genç hanımın başını döndürüyordu. Ancak iki yetmişlik delikanlı arasında kalmış olmanın tedirginliği de belli oluyordu. Şiirlerle kur yapma atakları birbirini izliyordu. "Kim büyüttü mest-i nâzım böyle bîperva seni" türünden divan gazelleri havada uçuşuyordu.
Rivayet odur ki şiirlerle kur yapma ataklarını paylaşamamak yüzünden bu yetmişlik delikanlılar, Yozgat'tan birbirleriyle dargın dönmüşlerdi. Ey güzellik sen nelere kadirsin, demenin ötesinde bir söz kalmıyordu.
Eskişehir'de her yılın Mayıs ayı başlarında Yunus Emre Şölenleri düzenleniyor, 1980'li yılların Eskişehir Valisi Bahattin Güney de bu etkinliklere özel bir önem veriyordu. Şölenlerin ağırlıklı bir alanı da şiir programlarıydı ve biz hemen her yıl davet edilirdik. Vali Bahattin Güney'den sonra Yunus Emre Şölenleri eski parıltısını kaybetmişti. Yıllar sonra Eskişehir'e şair Vali Yardımcısı Dağıstan Kılıçarslan'ın gelmesiyle yeniden canlanacaktı.
Eskişehir'de Orhan Şaik Gökyay'ın yönettiği bir şiir programında şairler mikrofona çağrılıyor, şiirlerini ezbere okumayanları Hoca susturuyor, kürsüden indiriyordu. Orhan Şaik bu, O'na itiraz etmek kimsenin harcı değildi.
O güne kadar ben de şiirlerimi hep kitaptan veya kağıttan okurdum. Sıra bana gelmeden, birkaç şiirimi zihnimden geçirmeye, toparlamaya çalıştım. Gökyay beni çağırırken, "Ezbere okumayacaksan hiç gelme..." diyordu.
Mikrofona geçip bir açıklama yaptım: "Hocaların hocası üstad, şiirlerini ezbere okumayan şairlere fırça atarken hafızamda bir sallanma oldu... Hani silkelenen ağaçtan kuşlar uçup giderler ya, işte benim de aklımda olmayan şiirlerim, silkelenince gelip hafızama konmaya başladı."
O olaydan sonra artık bazı şiirlerimi aklımda tutmayı ihmal etmemeye başlamıştım. Hoca haklıydı, şiirin hakkı, ezbere okununca verilebiliyordu.
Orhan Şaik Gökyay, İstanbul'da olacağım bir gün için beni evine davet etmişti. Göztepe'deki adres elimdeydi. Oturduğu sitenin yakınlarında evini sorarak bulabilme ihtiyacı doğdu. Bir eczacıya sordum, bilmiyordu ve Orhan Şaik Gökyay isminden de habersizdi. Bir kasaba sordum, durakladı ve ekledi: "Hani şu 'Bu Vatan Kimin' şiirini yazan Orhan Şaik Gökyay mı? O burada mı oturuyormuş? Görsem de elini öpsem bir..."
Nihayet evi bulmuştum. Hoca bahçedeki kümesten yumurtaları almakla meşguldü. Her zamanki babacan, güler yüzlü haliyle karşıladı. Yukarı çıktık, hoşbeşten sonra henımefendi çay için mutfağa geçmişti. "Nasıl evi kolay bulabildin mi" diye sorunca ben de kasabın dediklerini aktardım.
Orhan Şaik şöyle ışıltılı, biraz da şakacı bakışlarla, "Dur be evladım bunları bana niye anlatıyorsun. Hanım gelsin de O'nun yanında söyle..."
Çaylarımızı içerken ben de o mutlu görevi yerine getirmiş oldum.
Hisar Dergisi'nin yıldönümü kutlamalarından biri, bir akşam Sanat Sevenler Derneği'nde kutlanıyordu. Arif Nihat Asya da vardı. Tören faslından sonra öbek öbek sohbet masaları oluşmuştu. Biz birkaç genç arkadaşla Arif Nihat'ın masasındaydık. Gecenin ilerleyen bir sırasında dağılmak üzere kalkmıştık. Dışarı çıkınca Arif Nihat Asya, "Yürüyün çocuklar, bizim eve gidiyoruz..." Yeni evliydim, eşimin evde Gültekin'le yalnız olduğunu söyleyip ayrılmak istedim. "Benimle geleceksiniz" dedi Hoca. Bu bir emirdi.
Evinin bulunduğu Küçükesat'taki bakkaldan bir rakı alıp gazete kağıdına sardıran Hoca'nın ardından merdivenleri çıktık. Zilin ardından açılan kapıda beliren eşleri Servet Hanım, haliyle hoşnutsuz bir çehre ileydi.
Oturduk. "Ev telefonun var mı Yahya?" Yoktu. O zaman telefon evlerin kaçta kaçında olabiliyordu ki... "O halde apartmandaki bir komşu telefonunu söyle" dedi. Ev sahibimizin telefonunu verdim, eşimin adını sordu, söyledim. Çevirdi: "Hanımefendiciğim ben Arif Nihat Asya... Yahya Bey'in eşi Sabahat Hanımı çağırabilir miydiniz?" Biraz sonra konuşuyordu. "Sabahat Hanım ben Arif Nihat Asya.. Yahya benimle, merak etmeyin..."
Bu olay daha sonra eşimle aramızda bir tartışma konusu olup gitmiştir. Söz konusu kişinin, hepimizin hayranlık duyduğu Arif Nihat Asya olması, eşim açısından yeterince geçerli bir mazeret sayılmıyordu.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...