Bizim sınıftan 811 Kürt Muhsin, bir kitap okuyor etüt saatinde. Adı: Cankuşum, yazarı Şemsi Belli. Alıp Muhsin’den azıcık bakıyorum, bir Anadolu çocuğunun tertemiz duyguları; katıksız, coşkulu bir sevdası var. Şemsi Belli adını ilk kez o zaman duyuyorum. Yıl 1964, Erzurum Lisesi’nde öğrenciyim.

Şemsi Belli Bakû HavaalanındaDört yıl sonra 1968’da herkesin diline bir şiir düşüyor, adı Anayasso:

“Yerin yurdun adresesin bilmirem
Angara’da Anayasso
Ellerinden öpiy Hasso
Bize de yap iltimasso
Bu nasıl bir memlekettir hooy babooo!”

Ahmet Kabaklı ve Hasan Pulur köşelerinde yayınlıyorlar. Hasan Pulur, soruyor “Kimin bu şiir?” diye. Bir gün sonra yanıt geliyor şiirin sahibinden, Şemsi Belli, ben yazdım diyor. Ben yazdım diyor ama bazı uyanıklar o ara tutmuş plağa okumuşlar bu şiiri, plaklar yok satıyor. Avukat Şemsi Belli dava açıyor ve Türkiye’de ilk kez mahkeme kararı ile bir şiirin kime ait olduğu belirlenmiş oluyor. Basın bunları hep yazıyor. 

Basın bir şey daha yazıyor. Aleviler bir parti kurmuşlar, adı: “Türkiye Birlik Partisi”. Şemsi Belli de Genel Sekreteri olmuş bu partinin. Siyasetçilerle dalgasını geçiyordu şimdi kendisi siyaset yapacak öyle mi? 

Öyle. Hem dalgasını geçti, hem siyaset yaptı bir süre. Nasıl mı? Yeniçağ Gazetesi’ndeki köşemde 3 Mart 2009 tarihinde yayımlaman yazımın bir bölümünü buraya aktararak yanıt vereyim buna:

“Yıl 1969, Alevilerin ülkemizde kurdukları ilk ve tek parti olan Türkiye Birlik Partisi’nin genel sekreteri ünlü şair-gazeteci-avukat Şemsi Belli partisi adına konuşma yapıyor radyodan:  “Huzurunuza yalan söylemeye çıktım!.. Yalan söylüyoruz hepimiz yalan! Utanmadan arlanmadan yalan!” Ve tabii ki Türkiye’nin gündemine oturuyor bu konuşma. Şemsi Belli, seçilemiyor o dönem, sonra da bırakıyor siyaseti, edebiyata ve gazeteciliğe dönüyor. Ben gıyaben çok iyi tanıdığım bu değerli insanı, sonraki yıllarda yakından tanıma bahtiyarlığına eriştim, şiirde ustam ve dostum oldu.

(…) Rahmetli Şemsi Belli ağabey, Aşk Dersleri adlı kitabının bir bölümünü de siyasete ayırmıştı, çünkü siyaset de bir aşk işiydi ona göre. Şimdi bu kitaptan avukat Şemsi Belli’nin seçmenleri adına düzenlettiği bir umumi vekâletnamenin önemli yerlerini aktaracağım (tamamını okumak isteyenler bu kitabı okusunlar).

 “Gafa kâğıdımın ve de Seçim Gurulu möhürünü daşıyan seçmen gartımın zatı şerifime vermiş olduğu hak ve yetki selahiyetine binaen beyan ve arz ederim ki:

Ben aşşağıda parmağ izi veya imzası bulunan seçmen vatandaş, Millet Mencilisinin böyük içtima salonundaki aletirikli goltuhlarda oturmaya ve de yohlama sırasında otomatik gopçalara basmaya ve de Mencilis binasının her gısım ve derecesinde, her salon ve goridorunda alına-salına gezmeye ve gazinosunda allı pullu hanımlarınan yemek yemeye ve de gurup odalarında seçmen hemşerileri ile gayfe içmeye, TBMM damgalı bedava zarf-kâğıtlara meccani mektuplar yazmaya, (...) En löküs cinsinden gumaşlarınnan uruba yaptırıp geceleri Kulüp paviyonlarında keyif çıharmaya, parti gurubunda liderine baş sallayıp gulis goridorlarında baş galdırmaya, havalar ıssıcah olunca Böyük Ada Gulübüne gedip sırt üstü yatmaya, Angara’ya geldiği zamanlar göbeğini ileri çıharıp pulis mamurlarına çalım satmaya, dışarıda canı sıhılıp toplantı salonuna girdiğinde kürsüde gonuşana laf atmaya, laf atmak dalgası gızışınca ortalığı birbirine gatmaya... (...) İrahatlığını ve mönfaatini hangi tarafda görür ise o tarafa dümen gırmaya...Çorap değiştirir gibi parti değiştirmeye, mohalif partilere geçince davul zurna, movafık partilere geçince ağız mızıkası çalmaya... Umumi vekilim olarahdan her ay maaş ve yolluh almaya... Arada sırada gündem dışı söz alıp bizlere selam salmaya... (...) Yapmayacağı ve yapamayacağı işler için bile herkese ” Baş üstüne! Sen gayıtsız ol! “ demeye... (...) Hülâsa-i kelam işbu vekaletnamede aklıma gelen ve gelmeyen bilcümle işleri dilediği zaman, dilediği yerde ve dilediği şekilde yapmaya... İcabında başga partilerden arhadaşlarını da tevkil, teşrik ve azle mezun ve selahiyattar olmag üzere Meydanozlu Salata Partisi yüsgeg adaylarından Hayrettin Elmüslim ile arkadaşlarını vekil tayin eyledim.”


Bu yazı, epeyce ipucu ve bilgi verdi sanırım. Evet, Şemsi Belli ile yıllar sonra 1989 yılında tanış olduk. Şiir Bahçesi diye bir program yapıyordu TRT’de. İzleyicilerden şiirlerini yollamalarını istedi. Üç şiir de ben yolladım. Sonra günlerden bir gün, bir mektup geldi. Şemsi Belli, bir şiir dergisi çıkarmak istiyormuş, bana da “Eleştirilmeye, yazmaya, paylaşmaya, abone olmaya ve bulmaya var mısın?” diye soruyor. “Varım” dedim. “Şiir Defteri” dergisinin ilk sayısı geldi, arasında bir pusula: “Sizde şiir yeteneği var. Şiirlerinizden biri, ileriki sayılarda yayımlanacak”.

Şiir yeteneği olduğunu ilk kez duymuyorum da, yıllarca ciddiye almamışım kendimi. Birkaç yıldır ciddi ciddi yazıyorum, bir şiir dosyam olmuş. Kitap olmasını da istiyorum çoktan beri.

Derginin bir sayısında bir ilan çıkıyor, Son Ofset Matbaası, isteyenlerin şiir kitapları bastırmasına yardımcı olacak. Son Ofset, Şemsi Bey’in oğlu Bengü’nün. Açıp telefon görüşüyorum, Bengü Belli ile fiyatta anlaşıyorum. Sonra Şiir Dosyamı Şemsi Bey’e postalıyorum, birkaç gün sonra da telefon ediyorum. Şaşırıyor. “Yahu önce neden benimle görüşmedin. Dosyayı bir görseydik, hemen kitap olmasına karar verilir mi? Neyse dur gelsin dosya bir bakalım” diyor.

Dosya gitmiş, okumuş Şemsi Bey, telefon ediyor. Güzel sözler söylüyor. “Dün gece seni tanıdım o şiirlerle, senin dünyana adım attım. Yaşadığın coğrafyaya pek yabancı sayılmazdım, ama oraları bana yeniden keşfettirdin” diyor. Sadece bir şiirin başlığını değiştirmek istiyor ve o adın kitabın adı olmasını istiyor ve “İzin verir misin?” diyor. “Ne demek onur duyarım” diye karşılık veriyorum. Böylece ilk kitabın adını Şemsi Belli koymuş oluyor: Ateşkes Çağrısı.

Kitabım çıkıyor, olumlu tepkiler alıyorum, mutlanıp kıvanıyorum. Ve birkaç ay sonra gidiyorum İstanbul’a, Suadiye’deki ofisinde yüz yüze de tanışıyoruz. “Yahu, bu İstanbul’da kimseye güvenilmez, sen nasıl hemen kitap parasını peşin peşin yollarsın.” diye soruyor. “Her şeye karşın güvenmek gerek insanlara yoksa adım atamayız. Hem benim param helal, helal paraya bir şey olmaz” diye yanıtlıyorum. Şemsi Bey “Ben de Bengü’yü dedim ki yahu oğlum, bak bu arkadaş adımıza güvenip göndermiş şiirlerini ve parasını, aman ha bitir bu işi bir an önce” diye karşılık veriyor. Sonra “Anayasso” ve “Aşk Dersleri”ni imzalayıp veriyor bana.

Dostluğumuz ilerliyor sonraki günlerde, ben Şiir Defteri Dergisi’ne hem yazı ve şiirlerimle, hem de abone bularak, omuz verip destek oluyorum. Dahası, yeni bağımsızlıklarını elde etmekte olan Türk Cumhuriyetleriyle, özellikle de Azerbaycan’la edebî ilişkiler kuruyorum. Kiril alfabesi bilmem büyük kolaylık, Azerbaycanlı şairlerin şiirlerini latin harflerine çevirip Türkiye Türkçesi’nde bilinmeyen sözcüklerin karşılıklarını da yazarak yayınlanabilir duruma getirip yolluyorum dergiye. Şiir Defteri’nin her sayısında bu şiirler yer alıyor. Bu çabalar bizim Azerbaycan Yazarlar Birliği tarafından Azerbaycan’a davet edilmemize yol açıyor. Mayıs 1992’de birlikte binip uçağa varıyoruz Bakû’ya. Bu “Şiir Seferi”mize dair nice anılar var, bunların çoğunu çeşitli vesilelerle birçok yayın organında yazdım.

O seyahatle ilgili olarak hiç yazmadıklarım da var. Şimdi onları yazmanın tam sırası… Bakû’da bir gece sohbet ederken Şemsi Ağabeyi bana “Ben Alevi değilim. Alevilerin kurduğu partiye genel sekreter oldum diye herkes öyle biliyor. Fakat ben Alevi toplumunu çok seviyorum, onlar ne dese yaparım” diyor. Sonraki yıllarda bu sözü hep hatırladım, Aleviler hakkındaki bu tutumuna hep hak verdim Şemsi Ağabeyi’nin.

Ve Kürtlük konusu… Kimileri Şemsi Ağabeyi’nin zaman zaman Kürt kimliğini öne çıkararak Kürtçülere şirin görünmek istediğini söylerlerdi. Doğru değildir. Birincisi, Şemsi Ağabeyi’nin babası Kürt’tü (Arapkir Kızıluşağı Köyünden Şeyho Ağa), annesi Türk’tü. Annesinin çok duygulu ve duyarlı bir kadın olduğunu, şairlik geninin ondan geldiğini hep söylerdi. Kürtlük ve Kürtçülük konusundaki fikir ve tutumu ise tamamen doğru ve akla uygundu, bunu ölümünden sonra basılan “Cudi” adlı kitabında görmek mümkündür. Şimdi ben bu bağlamda, Bakû’da yaşanan bir olaydan söz etmek istiyorum. Şemsi Ağabeyi, zaman zaman takma adlarla da şiirler yazardı, Hasbi Küheylan ve Bovi Bengo gibi. Şiir Defteri Dergisi’nin 22. sayısında Bovi Bengo imzası ile yayımlanan “Bir Bütünün Çift Yarısı” adlı şiirde şöyle sesleniyordu Şemsi Ağabeyi Kürt’e ve Türk’e: 

Lo gardaşım ne soriysin
Beni
Boşuna yoriysin.
Kürt de, Türk de
Bir silahın yarısı.
Biri namlu
Biri gundah.
İnanmazsan aç tarihi
Horasan’dan bu yana
Geçmişe bah!

Aynı kökten su yürümüş gövdeye
Gövdenin üst yanı çatal
Her çatalda 
Bir güçlü dal
Dalın üstünde yemişler
Dallar farklı, gövde aynı, kök aynı
Birine Türk, birine Kürt demişler.

Kürt Ziya’ydı Ziya Gökalp
Türkçülüğün esasını yaratan.
Fırat-Dicle birbirine karışmış
Belli değil alan satan
Aynı mezarlıkta yan yana uyur
Anan-baban, deden-atan.

Kürt de, Türk de 
Bir bütünün yarısı.
Birinin anası anam
Öbürünün anası emmim garısı.

Felek bizi aynı yünden eğirmiş
Gara, yeşil, gırmızı, mor.
Boyamıza sarı girmiş, al girmiş
Ayırmak zor
Tek kilimde bir çift nakış yan yana
Can vermişiz, kan vermişsiz
Aynı cana..

Lo gardaşım ne soriysin?
Beni
Boşuna yoriysin…

Azerbaycan’ın ünlü şairlerinden Fikret Sadıg, bu şiiri alıp Bakû’da yayımlanan “Kürdün Sesi” adlı gazetenin başredaktörü Ahmede Hepo’ya şu mektup ekinde göndermiş:

“Ehmed Bey, İstanbul’dan mene gönderilen Şiir Defteri Dergisi’nde “Bir Bütünün Cüt Yarısı” adlı bir şiir ohudum. İstedim di bu şiir, sizin “Kürdün Sesi” gezetinizde bir daha ışığ üzü görsün, bir daha aydınlığa çıhsın, herkes ohusun.

Bu şiirin temiz niyyetine göre diyebilerem ki, Türk gramattikasına göre Kürt ve Türk sözleri aynı herflerden yaranır. Bu tesadüfün belki özü de bir talihtir.

Şiirin meksedi aydındır. Aralığa giren olmasa, heç kes gardaşı gardaştan ayırabilmez. Şiir o geder sade yazılmıştır ki, en kindar adam da okusa başa düşer. Bu şiir, serin su kimin üreklere çilenir, ferahlık verir.

Şiirin uca meksedi, her vaht sevmek, barışdırmak, ayıltmak olmalıdır. Şiir nifak salmaz. Şiir her vaht insanın elinden tutar ve onu özü durduğu mertebeye galdırar. Bu menada Bovi Bengo metlebine çatmıştır.

Gezetinize uğurlar arzulayıram. Halklar arasında emin-amanlığ, gardaşlığ ve mehebbet yayacağınıza inanıram.”


Gazete bu şiiri şu notla yayımlamış. "Bovi Bengo’nun bu şiirin barışçı ruhunu algışlayırıg. İnanırıg ki, evvel-ahır Fikret Bey’in gaydettiği kimin ara yere girenler olmasa, heç kes gardaşı gardaştan ayırabilmez.” 

Bakû’da bu gazete ve Ehmede Hepo ile tanışmak istedi Şemsi Ağabeyi, Şamahı’ya Elekber Sabir’i anma törenlerine gidecektik, Yazarlar Birliği’nin önünde bekliyorduk, Hepo’yu getirdiler. Şemsi Ağabeyi, Kürdün Sesi Gazetesi’nin Kürtçe olan bölümünü seslice okudu. Hepo, çok memnun oldu. Sonra anlatmaya başladı.

Ermenistan’da yaşıyormuşlar aslında, Ermeniler yıllar önce Müslüman olan tüm Kürtleri Azerbaycan’a sürmüşler, orada yalnızca Yezidi Kürtler kalmış. Memnunmuşlar burada hayatlarından, çocukları Azerbaycan Ordusunda askermişler, Karabağ’da şehit de vermişler.

Soruyor Şemsi Ağabeyi “Peki bu bizde PKK var, onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Efendim biz hiçbir silahlı Kürt örgütünü onaylamıyoruz. Ama Türkiye de Kürtlere bazı haklar vermeli…”

Kızıyor Şemsi Ağabeyi: Yahu bizim Cumhurbaşkanımız Kürt be, Özal benim hemşerim, Malatyalı, işte gördün, gazeteni okudum, ben de Kürt bir babanın oğluyum. Batılı emperyalist devletlerin tahrikiyle insan kendi devletine silah çeker mi? Bu mikroplar olmasa benim devletim zamanı geldiğinde o senin dediğin hakların hepsini verir. Bu PKK’ya herkes karşı çıkmalı, bunların hakla hukukla işleri yok”

Ehmede Hepo da “evet” demek zorunda kalıyor. 

Şemsi Belli’nin siyasal yönü böyle ama onun insani ve duygusal yönleri çok daha önemliydi. Bir döneklik, kahpelik görmediği sürece, dostuna dosttu sonuna kadar. Dostlarıyla ilgilenir, elinden geldiğince onların sorunlarını, sıkıntılarını çözmeye çalışırdı. Dostlarının bütün özelliklerini (kahveyi nasıl içtiği, nelerden hoşlandığını vb) öğrenir ve aklında tutardı.

Ve âşıktı… Bu yurdun güzellerinin hepsine âşıktı. Karacaoğlan’dan daha ileri… Nâzik, zarif, ince düşünceli, beyefendi… Ruh okşamayı, gönüle girmeyi, sevmeyi, sevilmeyi pek güzel bilirdi. Ve Mevlâ’nın övüp de yarattığı bir erkek güzeliydi, çok yakışıklıydı. Bu dediklerime ‘elhak öyledir’ diyecek nice insan vardır. Vardır ya, her ifade edebi değildir, her ağız da dinlenmez. Ben bu bağlamda ifade ve itirafın en edebisini Altunizade Kültür Merkezinde Bellli’yi anma toplantısında ünlü sunucu Ayşe Egesoy’dan duyma ayrıcalığına eriştim. Bir Türkçe arısı Egesoy, bal eyliyor dilimizi. Güler yüzü, gözlerindeki sevimli içtenliği ve usta sunuculuğunun kazandırdığı büyülü ses tonuyla; şiir tutkusunun Şemsi Belli’yle tanışmasına nasıl yol açtığını uzun uzun anlattı ve sözü ilk karşılaşmalarına getirdi: “Asansörden çıktı, bana doğru geliyordu. Ayaklarım titredi onu görünce. Birkaç kez sandalyeme oturup kalkmak zorunda kaldım. Hayatım boyunca onun kadar yakışıklı bir erkek görmemiştim.”

Haksız değil Egesoy. Daha somut ve tanığı olduğum bir örnekle ona destek vereyim: Bakû’da Hazar’ın kıyısında sahil bulvarında geziyorduk, anaokulu öğrencilerini gördük. Rengârenk kır çiçekleri gibiydiler. Şemsi Ağabeyi, kamerasıyla onları çekmeye başladı. Birden gözü, çocukların başındaki genç öğretmene takıldı. Esmer bir Azerbaycan maralıydı, adı Arzu Gayıbova. “Arzu Müellime” ile sohbete koyuldu. Şemsi Ağabeyi’nin âşık olduğunu anlamam zor değildi. İşin ilginci genç Arzu Gayıbova da bu Türkiyeli aşk şairinin ilgisinden ziyadesiyle memnundu, utangaç utangaç karşılık veriyordu. Şemsi Ağabeyi, adresini aldı, ona kitaplarından armağan edecekti. 6. Bayıl İlk Mektebi dedi. Gittik ertesi gün o okula. O gün izinliymiş Arzu Müellime, evini bulduk sora sora. Kitapları verdi, Arzu Müellime büyüklerinin yanında yine memnun ve mahcup bir biçimde teşekkürler etti. Daha ileriye gidilemedi ama Şemsi Ağabeyi, Arzu Müellime’yi unutmadı hiç, dergide de yazdı. Yani o bestelenmiş şiirinin dizesindeki gibi “Gönül penceresinden ansızın bakıp geçmişti” Arzu Gayıbova.

Belli’nin aşkları ve âşıkları iyi anlayıp iyi yazdığına dair de çok olgu ve kanıt vardır. İşte bunlardan bir ikisi… Birçok yazar, Fikriye Hanım’ın Atatürk’e olan büyük aşkını yazdı, ancak hiç kimse Şemsi Belli kadar güzel yazamadı, evet tamam elinde çok değerli belgeler vardı, bunlar “Fikriye/Aşklarıyla Atatürk” (Bilgi Yayınları) yapıtını, bu belgelerden dolayı önemli kılıyordu. Fakat Şemsi Belli, Fikriye’nin ve Atatürk’e âşık olan diğer kadınların duygularını çok iyi anlıyordu. Atatürk’ü de elbette. İşte tüm bunlar o kitabı daha bir okunaklı ve dokunaklı hale sokuyordu.

Şemsi Belli hukukla aşkı da çok iyi bağdaştırıp kaynaştırabiliyordu. Belki ailesinin arşivinde bile yoktur ama bende var. Kızım, Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi Nagehan Gürbüz Ersoy, daha 5-6 yaşlarında bir çocukken Avşa Adasında elinden tutup gezdirdiği, dondurmalar aldığı, sorular sorarak şiirler okutarak sevdiği “Şemsi Amca”sının, Ankara Hukuk Fakültesi mezun ve öğrencilerinin oluşturduğu Ceride-i Kantar Topluluğu’nun 1954 yılında yayımladığı Ceride-i Kantar adlı geleneksel dergiyi bulup getirdi bana. Orada Şemsi Belli’nin “Bir Hukukçunun Aşk Mektubu” adlı bir yazısı var. Çok uzun olan bu yazının bir bölümünü buraya alırsam, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak:

“Sevgili Menkûlem, Sana ‘menkûl’ dediğime bakma… Bazı zamanlar ne ‘gayrimenkul’ olduğunu iyi bilirim.

Benden evvel üzerinde tasarruf eden eski malikinin ihmali yüzünden önce vazülyedin, daha sonra zilyedin, nihayet iktisabı müruruzamanla malikin olmuştum. Her ne kadar nikâh dairesine gidip seni gönül tapusuna tescil ettiremedimse de bakışlarındaki arz, gönlümdeki taleple birleşiverince akdimiz in’ikad eylemiş oldu…

Akdimizin teessüsünde ben gönlümü, sen de gözlerinin irade beyanlarını birbirine uydurmaya çalıştık… Hile, ikrah, tehdit gibi irade fesatlarına uğratmadınsa da beni, telkin, tesir ve teshir yoluyla irademi altüst eyleyiverdin…

Haftalardır ne bir telefon ne de bir mektup… Ne bir tebessüm… Sevgi borcunu ödemekte o kadar temerrüt ettin ki, ne gönlüne haciz koymak ne de hislerini icra ve iflas yoluyla tahsile çalışmak seni bana yaklaştırmayacak…

Benim istihlak ettiğim zevk ve haz ile senin istihsale çalıştığın cilve-i naz arasında o kadar fark var ki en az tarihçi mektep mensupları ile tabii hukukçular arasındaki kadar mesafe var... Göz, gönül ve irade kuvvetleri sende ittihat hâlinde…Oysa ki bizde kuvvetleri ayrılığı prensibi cari… Her biri bir başka telden vuruyor…
Bunlara sebep ne? Diyeceksin!.. Bilemem sevgili menkûlem, bilemem ki… Sen Merkantislitler kadar maddi, ben fizyokratlar kadar tabiiyim…”

Hazır söz gülmeceden giderken, ben de gülmece bir anımı aktarayım. Şiir Defteri Dergisi’ne çuval çuval şiirler geliyordu, Şemsi Bey bunların çoğunu okuyordu, umut verici olarak gördüklerini dergide yayımlayıp eleştiriyordu. O günün dergilerinde boy gösteren, iki de kitabı bulunan Mersinli yaşlı bir şair, şiirlerini gönderir fakat bir türlü ses çıkmaz Şemsi Bey’den. Bir daha mektup yazar, gene tık yok. Bu arada bir şeyi tespit eder, şiiri yayımlanıp, övgüler alanların çoğu bayandır. Tutar aynı şiirleri bir bayan adı uydurup altlarına yazarak yollar Şiir Defteri’ne. Ertesi sayıda o şiirler övgülerle yayımlanır. Bu olayı kimse cesaret edip söyleyemedi rahmetli Şemsi Ağabeyi’ye, ben anlattım, “Yok canım? Öyle mi yapmışım? Yahu çok ayıp etmişim” dedi ve kahkahalarla güldü 

Ve bestelenmiş şiirler… Emmoğlu, ne kadar ünlüydü o yıllarda. Kafası kızmış, dava da açmıştı Ferdi Tayfur’a. Ama bence bestelenmiş en güzel şiiri, “Gözümde özleyiş”tir. Selahattin İnal’ın usta besteciliği, bu anlam yüklü dizeleri kanatlandırıp uçurmuştur:

“Gözümde özleyiş gönlümde acı/Alnımda sevdanın sıcak teri var/Bana benden yakın benden yabancı/İçimde dolaşan gezen biri var.”


Buram buram Anadolu kokan ve benim en çok sevdiğim bir şiirini Musa Eroğlu’nun bağlama ezgileri eşliğinde kasete okumuştu İlyas Salman. Tutmadı nedense. “Aramayın Beni Başka Yerlerde” adlı bu şiir şöyledir:

“Aramayın beni başka yerlerde
Küllenmiş mangalda yatan kor benim
Pırlantadan taşan renk benim değil
Heybedeki yeşil benim mor benim.

Akşam ateşiyim çadır önünde
Bir kuru sırımım çarık gönünde
Doğu kızlarının saç püskülünde
Boncuk benim, ışık benim, nur benim.

Benim değirmenin önündeki yük
Benim şu kıraçlar, şu koca höyük
Zerreden ufağım, dağlardan büyük
Acı soğandaki ince zar benim.

Fukara çobanın işliğindeyim
Çocukların bayram harçlığındayım
Gelinlik kızların başlığındayım
Rüzgâr benim, yağmur benim, kar benim.

Arpa ekmeğim esmer ve katı
Kahve koydukları eski bir kutu
Ben çakırdikeni, ben ayrık otu
Kurda kuşa, dağa taşa yar benim.

Ne yapsanız, ne etseniz nafile
Sinmişim kaval, mızraba, tele
Emrah’ta coşkuyum, Yunus’ta çile
Müşkül benim, çetin benim, zor benim.

Ben posta çökelek, pekmezde şıra
Ben gazı tükenmiş isli bir çıra
Bahçeye, bostana, taşa, bayıra
Yorgun alınlardan düşen ter benim.

Aramayın beni başka yerlerde
Haritada görünmeyen yer benim
Pırlantadan taşan renk benim değil
Kilimdeki sarı benim, mor benim”

Anadolu’ya böylesine tutkundu. Her yıl yaz oldu mu Malatya’ya gider, atla dolaşırdı Arapkir’i, Arguvan’ı dağ dağ yayla yayla.

Şiir Defteri beş yıl devam etti yayınına. Hem maddi problemler, hem de Şemsi Bey’in sağlık problemleri yaşaması sebebiyle son verdi 1994 yılında yayınına. Ben göç edip Sarıkamış’tan Kocaeli’ye yerleştim ertesi yıl. Çok sevinmişti, “Sen yardımcı olursun, dergiyi yeniden çıkarırız. Bir de bir sponsor bulalım, seninle şu Türk Cumhuriyetlerini bir güzel dolaşalım belgesel yapalım” diyordu.

Telefon etmiş uzun uzun konuşmuştu o gün benimle, ertesi hafta İzmit’e bize geleceklerdi ailece. Nasıl geleceklerini, evi nasıl bulacaklarını sordu.

O hafta gelemediler. Ben gittim. Erenköy Galip Paşa Camii’nde cenaze namazına… Sonra da Karacaahmet Mezarlığı’na. Dönünce de şu şiiri yazdım, onunla bitireyim:

Karacaahmet'te bir kestane ağacı
Can kuşuna son durak.
Anılara bıraktı kanatlarını
Can kuşu artık uçmayacak.

Bitti "inandığı en güzel yalan"
Güneşe vuruldu ölümlü gölge
Üç nokta koydu şair kestane ağacına
Bedeni toprakla buluştuğu an.

Esin devşirecek ağacın kökü
Meyveleri artık şiir tadacak
Gövdesine saklanacak şairin cönkü
Yapraklarda ölçü, dallarda uyak.

"Gözünde özleyişi gönlünde acısıyla"
"Aramayın" diyordu, "Aramayın beni başka yerlerde"
Arıyorum "Emmoğlu", vallahi arıyorum.
"Bir yangını külü"nde

Çok sevdiğin Arguvan türkülerinde
Bakû Şehitler Hıyabanı’nda
Zapsuyu gibi akıttığın o gözyaşlarında
Arıyor, anıyor ve ağlıyorum.

Dizelerin ilmik ilmik
Özlemin gizli höyük
Ve mezarında bile
"Zerreden ufaksın, dağlardan büyük"

Sürer bu yolculuk beriden öte
Hiç gelen olmadı öteden beri.
Beride boynu bükük
Beride izi belli
Öteye yolcu ettik
Ötede Şemsi Belli.“