Atatürk Sanayi Devriminin darbeleriyle ortadan kalkan Osmanlı Cihan Devletinin son döneminin aydınlarındandır. 3997 kitabı yutarcasına okuduğu tespit edilmiştir. Bunun dışında okuduğu bilinen birçok kitap bu sayıya dahil değildir.

Söz gelimi askeri ataşe iken Sofya’da kütüphaneden alıp okuyup geri verdiği kitaplar. Atatürk, tarih, Türk bilim konularında bilginlik düzeyindeydi. Ekonomi dahil birçok konuda da kitaplar okumuştu. Tarih boyunca olan bitenlerin iç yüzünü iyi öğrenmişti.

Tarım Uygarlığını Türklerin başlattığını biliyordu. Sanayi Devriminin dışında kalmanın Osmanlıyı yıktığını da anlamıştı. Osmanlının Sanayi Devrimini kaçırmasının bilimden ve bilim bilincinden uzaklaşmak yüzünden olduğunu da biliyordu. Fatih’e hayrandı. Çünkü Fatih’in aydınlık bir yönetici olduğunu bilincindeydi.

Osmanlıda bilim bilincinden ayrılmanın, dinde bağnazlaşmanın, toplumun rüşvet ile çürütülmesinin başlangıcının, dönmemiş dönmeler, devşirilmemiş devşirmeler ile yaygınlaştığını da biliyordu. Atatürk’ün bildiği gerçeklerden biri de aklın yerine naklin esas alınmasının hem dini hem de dünyayı bozan etkileriydi. Kurtuluş Savaşına öncülük edip Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde kurulmasını sağlayan Başbuğ Atatürk işte bu bilgilerinin ışığında olaylara bakıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti “Yüksek Türk Kültürü ve Türk Kahramanlığı” temelinde kurulmuştur. 10. yıl nutkunda Atatürk’ün anlattığı gerçek budur. “Hayatta En Hakiki Mürşit Bilimdir, Fen’dir” diyen Atatürk, Cumhuriyetin yeni nesillerinin bu temel üzerinde yetişmesini amaçlamıştı.

Aynı zamanda: “Ben hiçbir nas, hiçbir dogma getirmiyor. Benim yolumdan gidenler, akıl ve bilim yolundan gitmelidirler” demişti. Atatürk’ün ülkeyi yönettiği yıllarda, harap olmuş bir memleket, ihtiyarlardan ve kadınlardan oluşan bilimsiz bir toplum, bulaşıcı hastalıklarla boğuşan insanlar ülkesi olan Türkiye, pırıl pırıl aydınlık bir yolda ilerlemiştir.

Dış borç alınmadan, Osmanlı borçları ödenerek, düşük enflasyonla yüksek bir kalkınma hızı sağlanarak, bulaşıcı hastalıkları yenen, bilimi yaygınlaştıran bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Yeni yetişen nesillere, Türklüğün en eski çağları anlatılarak Türklük bilinci aşılanmış, İslam’ın hurafelerle ve masallarla çoğaltılmış biçimi yerine, gerçeğinin Kuran-ı Kerim’e dayanarak yeniden oluşması için, Kuran Meali ve yorumu hazırlatılıp yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır.

Akif’in istediği de bu değil miydi: “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” Atatürk’ün Cumhuriyetinde halkta sermaye birikimi olmadığından devlet kaynaklarıyla sanayileşme ve gerektiğinde girişimcileri özendirme yolu seçilmiştir. Fabrikalar kurulmuş ve söz gelimi destek yoluyla Uçak Fabrikası dahi oluşturulmuştur.

Atatürk’ün çizgisi doğru bir çizgiydi. Devam etseydi bugün Bilgi Çağını yakalayan toplumlar arasında olabilirdik. Ne yazık ki Atatürk’ten sonra iki yönlü sapma oldu. Türklükten uzaklaşıldı. Birileri Batıcılık heveslerine kapılırken, başkaları da Müslümanlık zannederek Arapçılığa yöneldiler. Asla ne Batı düşmanıyım ne de Arap düşmanı… Hepsinden alacağımız yararlı yönler vardır. Ama ne Batılılaşmak doğrudur ne de Araplaşmak… Ne Batıya yönelenler çağdaşlığı getirebilmişlerdir ne de Arapçılık yapanlar Gerçek İslam’ı…

Sonunda bu iki sapma birbirini besleyerek içinde bulunduğumuz duruma gelindi. Avrupa Birliği önünde diz çöküp giriş kapısı arayanlar ve müzakere tarihi için dilenenlerin yönetiminde bir ülke… Atatürk, kendisinin dogma haline getirilmemesini isterken, kendisinden sonra gelenler “İlke ve İnkılaplar” dogmasını icat ettiler. Gelişmenin önüne engel çektiler. Bilim bilincini önlediler. Başkalarını ürettiği bilimlik sonuçları öğretmeyi veya onların ürettiklerini satın almayı bilimcilik sandılar. Giyim kuşamla uğraşarak devrimcilik yapmak duygularını doyurdular.

Halkımız dindarlığa karşı tepki olarak algıladı. Birileri de Akif’in ne dediğine aldırmadan geçmişin hurafelerini, masallarını Müslümanlık adı altında yeniden pazara sürdüler. Pazara sürülen Fatih’in Aydınlık İslam’ı değil Arap Efsaneleri veya onların çizgisinden üretilmiş konulardı… Ne yazık ki, Devletin Din Kurumu ve Eğitim Kurumları da bu çizginin dışına taşamadılar. Kendisi gibi düşünmeyenleri hemen tekfir eden bir din anlayışı yeniden yaygınlaştı.

Bir Bakanımızın dediği gibi bu Müslümanlardan mucit çıkmaz… Mucit çıkaramayan bir toplum da Bilgi Çağını yakalayamaz… Bilgi Çağını yakalayamayan bir toplum da bu çağı yakalayanların altında ezilmeye mahkumdur. Hayır biz bu iki sapmaya mahkum değiliz… Yeniden Atatürk’ü keşfetmeli ve onun yolundan yürümeliyiz. Atatürk’ün ömrü Bilgi Çağına yetişmeye yetmemişti. Ama o üstün sezgi gücü ile bizi o çağa taşıyacak temelleri atmıştı.