II.Meclis’in oluşumu için seçimler yapılacaktır. Ortada henüz CHP yoktur. Atatürk, Müdafaa-i Hukuk Grubunun adaylarının seçimi için çalışmaktadır. Çünkü yapacağı devrimleri, seçilecek o meclis yapacaktır. Anadolu’dan gelen haberler büyük ölçüde Atatürk’ün dilediği doğrultuda gelişmektedir. Yalnızca Gümüşhane’den aykırı seslerin yükseldiği haberleri gelmektedir. Erzurum Kongresi’nden bu yana Atatürk’e muhalefet eden muhafazakâr ve gerici eğilimli Gümüşhaneli Kadirbeyoğlu Zeki, bağımsız aday olmuştur ve orada Müdafaa-i Hukuk adaylarına tepkiler vardır.
“Mustafa Kemal Paşa Belediye Reisini öncelikle telgraf başına çağırtmış ve ona hitaben ‘Hacı Bey! Benim size gösterdiğim mebuslara rey verecek olursanız hem sizin hem de memleketiniz için hayırlı olur. Ve siz de memnun olursunuz. Zeki Bey’i biz boş bırakmayacağız. En yakın zamanda onu büyük memuriyetlere koyacağız’ demiştir. Bunun üzerine Hacı Alâeddin Bey ise Paşa’ya hitaben: ‘Paşam ellerinden öperim. Bu benim elimde değildir. Halk and içmiştir. Zeki Bey Umumi Harpte bizim ölümüze tabut, dirimize beşik olmuştu. Bizi her türlü felaketten kurtarmış, harpten sonra da açlıktan ölüm derecesine gelen ahalinin imdadına yetişerek bize hem giyecek hem de tohumluk temin etmiştir. Eğer bizi istemiyorsa, birer kağnı, bir de massa’(1)mız vardır. Yer göstersin gidelim. Biz vekil olarak Zeki Bey’i istiyoruz’ diyerek açıkça bölgenin tavrını ortaya koymuştur. Mustafa Kemal Paşa bu içten direniş karşısında ‘Çekiliniz ve intihabatı (seçimi) serbest bırakınız. Bu nisbette azimkâr olan bir halka fazla tazyik yapılmaz’ yanıtı vererek seçimi serbest bıraktığı ifade edilmektedir. Bunun üzerine belediye binasına gelen ikinci seçmenler oylarını kullanmışlardır.”(2)
Atatürk işte böyle bir demokrattı…
Atatürk 1935 yılında Amerikalı gazeteci Gladis Baker’e şöyle diyordu:
“Ben diktatör değilim. Benim kuvvetimin olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket nedir bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.”(3)
İşte bu sözler ile yukarıya aldığımız Kadirbeyoğlu Zeki Bey konusundaki yaklaşımı birbirine tam olarak uymaktadır. Atatürk’ün diktatörlüğü budur işte.
Aslında diktatör olan 1.Meclistir. Kim diyor bunu? Samet Ağaoğlu. Okuyalım:
Samet Ağaoğlu bu deyimi, “Kuvayı Milliye Ruhu” adlı kitabında kullanır.
Nasıl bir diktatörmüş anlatalım: O Meclis, gücünü yalnızca, o günün anayasasından almıyor, Kuvayı Milliye ruhundan alıyor. Millet adına tüm yetkiler onun. Öyle lafta değil ha... Hükümet üyelerini kendi içinden seçiyor, büyük kumandanlar, elçiler, bir kısım büyük memurlar aynı zamanda hükümet üyesi de. Yargı yetkisini o meclis adına İstiklal Mahkemeleri kullanıyor ama o meclis bu kararları bozup, yeniden hüküm vermek yetkisine bile sahip. Bu meclis bir yandan cepheleri yönetirken, bir yandan da bağımsız bir devletin temelini atıyor. Mustafa Kemal Paşa'ya zaman zaman yetkilerinin bir kısmını devredebiliyor ama o ulu önderden hesap soruyor yeri geldiğinde, yapmıyor onun her dediğini. Diktatör Meclis, bunun için diyor Ağaoğlu... Fala, rüyaya, mucizeye, inanan üyelerinin de olduğu bu diktatör meclisteki fikir akımlarını da yazmış Ağaoğlu, onları da aktararak bitirelim. Üç akım varmış: 1-Tesanütçüler, 2-Milliyetçiler, 3-Komünistler. Milliyetçiler de kendi içlerinde üçe ayrılıyorlarmış: 1-Islahatçılar, 2-Muhafazakârlar, 3-Liberaller...
Tüm olumsuz durumlara karşın, Atatürk için Meclis vazgeçilmezdi. Meclisi çok önemsiyordu, “Milli dertlerin şifahanesidir Meclis” diyordu. Yunus Nadi’ye şöyle diyordu Meclis bağlamında: “Ben tersine, her olağanüstü oluşumu Meclis’ten bekleyenlerdenim. O’nun için ben şimdi bu yoldayım, onun için sağlam bir yol olduğuna inanmaktayım. Meclis nazariye değil, bir gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu; Nadi Bey, orduyu yapacak olan millet ve onun yerine Meclis’tir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca milyonlarca servet ve zenginlik demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin kararı ev kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin yaşam ve varlığına karşı olan zalimlik ve baskıların tümünü ortadan kaldırmak gücünü kullanmak yetkisini, sadece teorik değil, nazariye olarak değil, fiilen kazanmış oluruz.”(4)
Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk ve Meclis bağlamında yazdıkları daha çarpıcıdır:
“Atatürk bir hürriyetçi idi. Ömrünce memleketi meclissiz bırakmamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın en buhranlı günlerinde;
-Kapatalım bu Meclisi! Diyenlere:
-Meclis olmazsa biz havada kalırız, demişti.
O buhranlı günlerde bile zamanının çoğunu Meclis’te muhalifleri ile tartışmalara ayırmak zorunda kalmıştı.
(…) Başkumandanlık yetkileri bir müddet için verilmişti. Bu müddet bitince, Mecliste kanunun yenilenmesi gerekti. Mustafa Kemal rahatsızdı, Meclise gelemiyordu. Bundan faydalanan muhalifler, çoğunluk toplamayı başararak Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasına engel oldular.
Mustafa Kemal, Meclise geldi; bir gizli oturumda muhaliflerin ne yapmak istediklerini milletvekillerine izah etti. Diyordu ki:
-İçlerinden biri benim için, ‘Meclisin hakkını kapmıştır, biz hakkımızı ona vermeyiz’ demiş. Efendiler açık konuşacağım, bağışlayınız; bütün yetkileri eşinde tutan bu Meclis’in kurulmasına ve Ankara’da toplanmasına çalışan benim. Bunu başarmak için en yakın arkadaşlarımla sert fikir tartışmalarında bulundum. Şerefimi tehlikeye koydum. Bu Meclis benim eserimdir. Vazifem kendi eserimi küçültmek değil, büyültmektir.” (5)
HALKA GİTMEK, DEVRİMCİLİK VE DEMOKRASİ
“Evet demokrasi Atatürk’ün ideali idi. Bütün devrimleri de ona hazırlık” Falih Rıfkı Atay (6)
Demokrasi ideali ve o idealin sahibi yılların kökleşmiş geri inançlarının hüküm sürdüğü bir ülkenin başında… Nasıl yapacak o devrimleri halkın oyuna mı başvuracak? Hayır halka rağmen yapılmak zorunda o devrimler, yoksa kendini yurttaş değil kul olarak gören bir halka siz devrimleri benimsetmeye çalışmakla vakit geçiremezsiniz. Devrimler yapıldıktan sonra da radikal davranmak zorundasınız yerleşmesi için. Bu dediklerimize ilişkin çarpıcı bir örnek verelim: Cumhuriyetin ilk yılları... Erzurum Hasankale merkezli yıkıcı bir deprem olmuştur ve Atatürk hemen Erzurum'a koşmuş, ertesi gün de depremde can kaybının çokça olduğu Hasankaleİlçesi’nin köylerine uğramıştır.
Halkla sohbet de eder orada, isteklerini sorar, hepsi "Padişah Efendimiz bilir" derler. Atatürk kaymakama vekalet eden tahrirat katibine (yazı işleri müdürü) sorar: "Bunlar padişahtan söz ediyorlar, Cumhuriyet kurulduğundan, devrimler yapıldığından haberleri yok. Bunlara neden anlatmıyorsunuz?"
Tahrirat kâtibi "Tamim (genelge) yaptık, muhtarlıklara bildirdik efendim" deyince Atatürk "Tamimle Cumhuriyet ve devrim anlatılmaz" der.
Yani halk devrimleri öğrenmeye, benimsemeye, savunmaya başlayıncaya kadar demokrasi söz konusu olamaz. Tam burada Yaşar Nabi’nin yazdıklarına bir göz atmak gerek. Yaşar Nabi Nayır, “Nereye Gidiyoruz” adlı kitabında "Diktatörlük bir zaruretti" başlığı altında şu görüşlere yer veriyordu:
"İşte bütün bu hakikatleri göz önünde tuttuğumuz içindir ki, Cumhuriyet'ten sonra kurulmuş olan Şef sistemini (ki başlıkta bunun diktatörlük olduğu belirtiliyor) memleket için bir kayıp saymıyoruz. Demokrasi usulile normal bir rejimi yürütmek mümkündür ama kısa zamanda büyük inkılâplar başarmak zorunda olan geri bir memleketi demokrasi ile idare etmeye kalktınız mı orada büyük işler görmekten ümidi kesmek lazımdır. Atatürk bu zarureti idrak ettiği için, inandığı ve sevdiği demokrasi rejiminden biraz uzaklaşmak zorunda kaldı."
Atatürk’ün devrimleri anlatma, yerleştirme yöntemleri insancıldı, Meclis yanında, Halk Partisi, Halkevleri, Halkodaları ve Millet Mektepleri aracılığıyla halka gidiyordu.
Devrimlerin en önemlilerinden biri olan Harf Devrimine ilişkin olarak Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları, Atatürk’ün yöntemini, yaklaşımını, kararlılığını, gerçekçiliğini ve istencini en net biçimde ortaya koymaktadır:
“Harf komisyonunun son kararlarını Ankara’dan İstanbul’a getirip Dolmabahçe Sarayı’nın denize karşı aydınlık çalışma odasında Atatürk’e anlattığım günü dün gibi hatırlıyorum. Büyük güçlük, Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin bütün söyleniş hususiyetlerine göre harfler ve işaretler aramakta direnen arkadaşlarla, biz Türkçeciler arasındaydı. Türkçe kelimelere lüzumu olmayan harf ve işaretleri istemiyorduk. Böylece dilde kalacak yabancı kelimelerin de gitgide söyleniş hususiyetlerini kaybederek Türkçeleşmesini sağlamak istiyorduk. Bize göre yazı, dil meselesini de halledecekti. Yeni yazı, yalnız Arap yazısı dediğimiz eski yazının değil, Osmanlıcanın da tasfiye edilmesi demekti.
Atatürk karşı tarafın tekliflerini gözden geçirdi:
-Biz bunları halka ve çocuklara nasıl öğretebiliriz? Bu da eskisi kadar güç…
Sonra:
-Yeni yazının eskisi yerine geçmesi için müddet olarak ne düşündünüz? diye sordu.
Müddet arkadaşlardan azlığına göre beş, bir haylisine göre on beş yıl olmalı idi. İlk zamanlar okullarda iki yazıyı da öğretecektik. Gazeteler birkaç fıkrayı yeni yazı ile dizdirmekten başlayarak yavaş yavaş artıracaklar ve mühletin sonunda bütün gazeteyi yeni yazı ile dizdireceklerdi.
-Farz edelim on beşinci yılda gazetelerde yarım sütun Arapça yazı kaldı. Ne olacak biliyor musunuz? Herkes o yarım sütunu okuyacak. Bir harp, bir buhran, bir şey çıktı mı, bizim yazı da Enver’inkine dönecek.
Enver Paşa’nın daha fazla imla inkılabı diyebileceğimiz denemesi Birinci Dünya Savaşı olur olmaz suay düşmüştü.
-Ya üç ayda yapabiliriz ay hiçbir zaman, dedi.
Buna ben de çok şaştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirmek! Bunu da başarabilecek miydi?
Mevsim sıcaktı. Bir akşam kendisini Sarayburnu’nda bir halk eğlencesine, Büyükada’da bir baloya davet etmişlerdi. Sarayburnu bahçesindeki halk kalabalığını gördükten biraz sonra:
-Bana bir defter veriniz, dedi.
Galiba garsonlardan birinin küçük cep defterini aldı ve bir şeyler yazmaya koyuldu. Bir aralık beni yanına çağırarak:
-Bir defa gözden geçir. Bunları sana okutacağım, dedi.
Latin harfleri ile ilk Türkçe yazı idi.
Diktatörler halk kalabalığından korkar. Rastgelenin katıldığı kalabalık, polis için şüpheli ‘meçhul’dür.
Atatürk, halkın kendinde yalnız kendi iyiliğini ve yükselişini isteyen bir kahraman gözüktüğüne inanan bir inkılapçı idi. Halk kalabalıklarında kendi asıl kuvvetini görürdü. Ara sıra:
-Halka giderim, demekten ne kastettiğini o akşam da anladım. Halk yazı inkılabı müjdesini çılgınca alkışlıyordu. Çünkü bu inkılabı halk için ve halk adına yaptığını halka anlatabiliyordu.
O bir saray Tanzimatçısı değildi.
Sonra Anadolu’ya köylere çıktı. Bir kara tahta üzerinde yeni yazının ilk derslerini verdi. Ve üç ayda ‘yaptı.’”(7)
1) Öküz gütmekte kullanılan çubuk
2) Işıl Çakan İbrahimoğlu-Devrimci Meclis
3) Cavit Orhan Tütengil-Atatürk’ü Anlamak ve Tamamlamak
4) Alev Coşkun-19 Ay
5) Falih Rıfkı Atay-Babanız Atatürk
6) Falih Rıfkı Atay-Batış Yılları
7) Falih Rıfkı Atay-Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri