“Bir aralık Cumhurbaşkanına veto ve fesih hakları verilmesi meselesi çıktı. Herhangi bir krize karşı Atatürk iki hakla silahlanması gerektiği inancında idi. Mecliste tartışmalar günlerce sürüp gitti. Veto ve fesih haklarına karşı koyanlardan ikisi Şükrü Saraçoğlu ve Mahmut Esat Bozkurt’tu. Bir akşam Atatürk ‘Çağırınız onları buraya’ dedi. Geldiler. Sabaha kadar kendileriyle tartıştı. Ve sabahleyin veto ve fesih haklarından istemeyerek vazgeçti. Ama hiçbir kırgınlığı olmadığı sonradan ikisini de bakan yapmasından kolayca anlaşılabilir. Bu davranış diktatörce değildi ve ana devrim kanunları konuşulduğu sırada, komisyon üyelerine: ‘Efendiler, siz reddetseniz de bu kararları önleyemezsiniz. Olsa olsa birçok kan dökülür!’ yollu baskıda bulunan Atatürk’le o tartışma sabahının Atatürk’ü aynı adamdır.

Ben ömrümde onun kadar tartışmaya katlanan devlet ve hükümet adamına rastlamadım. Pek genç yaşımda devamlı olarak yanında idim. Hiçbir fikrimi saklamak ihtiyacını duyduğumu hatırlamıyorum. Atatürk’le tartışmak için yiğitliğe lüzum yoktu.” (1)  

Bir başka çarpıcı örnek daha verelim: II. Meclis’in oluşumu için seçimler yapılacaktır. Ortada henüz CHP yoktur. Atatürk, Müdafaa-i Hukuk Grubunun adaylarının seçimi için çalışmaktadır. Çünkü yapacağı devrimleri, seçilecek o meclis yapacaktır. Anadolu’dan gelen haberler büyük ölçüde Atatürk’ün dilediği doğrultuda gelişmektedir. Yalnızca Gümüşhane’den aykırı seslerin yükseldiği haberleri gelmektedir. Erzurum Kongresi’nden bu yana Atatürk’e ve Millî Mücadeleye aykırı halleri bulunan, muhafazakâr ve gerici eğilimli Gümüşhaneli Kadirbeyoğlu Zeki, bağımsız aday olmuştur ve orada Müdafaa-i Hukuk adaylarına tepkiler vardır.

“Mustafa Kemal Paşa Belediye Reisini öncelikle telgraf başına çağırtmış ve ona hitaben ‘Hacı Bey! Benim size gösterdiğim mebuslara rey verecek olursanız hem sizin hem de memleketiniz için hayırlı olur. Ve siz de memnun olursunuz. Zeki Bey’i biz boş bırakmayacağız. En yakın zamanda onu büyük memuriyetlere koyacağız’ demiştir. Bunun üzerine Hacı Alâeddin Bey ise Paşa’ya hitaben: ‘Paşam ellerinden öperim. Bu benim elimde değildir. Halk ant içmiştir. Zeki Bey Umumi Harpte bizim ölümüze tabut, dirimize beşik olmuştu. Bizi her türlü felaketten kurtarmış, harpten sonra da açlıktan ölüm derecesine gelen ahalinin imdadına yetişerek bize hem giyecek hem de tohumluk temin etmiştir. Eğer bizi istemiyorsa, birer kağnı, bir de massa’(2) mız vardır. Yer göstersin gidelim. Biz vekil olarak Zeki Bey’i istiyoruz’ diyerek açıkça bölgenin tavrını ortaya koymuştur. Mustafa Kemal Paşa bu içten direniş karşısında ‘Çekiliniz ve intihabatı (seçimi) serbest bırakınız. Bu nisbette azimkâr olan bir halka fazla tazyik yapılmaz’ yanıtı vererek seçimi serbest bıraktığı ifade edilmektedir. Bunun üzerine belediye binasına gelen ikinci seçmenler oylarını kullanmışlardır.” (3)

Peki Atatürk’ün demokratça davranarak seçilmesine yol veren bu Kadirbeyoğlu Zeki Bey nasıl bir kimsedir, sicilinde neler vardır? Osman Selim Kocahanoğlu, “Atatürk’e Kurulan Pusu/İzmir Suikastının İçyüzü” adlı eserinde Zeki Bey’i de anlatır ayrıntısıyla, çünkü o suikastla ilgili olarak bu Zeki Bey de yargılanmış, delil yetersizliği nedeniyle beraat etmiştir. Okuyalım Kocahanoğlu’nun kitabından özet alıntıları:

“Zeki Bey’in Millî Mücadeleye bakışı 18 Mart 1920 Meclis baskını üzerine netleşir. İstanbul’un işgal edilip Meclisin dağıtıldığı, mebusların kiminin saklanıp kiminin Ankara yoluna düştüğü, kiminin Malta’ya sürüldüğü günlerde, Zeki Bey, Sadaret makamında Damat Ferit ile Milli Hareketi söndürme planını konuşurlar:

‘Zeki Bey, sizi buraya niçin davet ettiğimi söyleyeyim. Sizin Milli Hareket namıyla toplanan gayrı memnun serserilerin içerisine cebren sürüklenmiş asil bir aileye mensup olduğunuzu, kendi muhitinizde olduğu kadar Trabzon ve Erzurum vilayetlerinde de sevilen bir genç diye haber aldım. Bahusus ecdadınız bu memlekete ve padişaha sadık olarak hizmetler etmiş ve onların mükafatını görerek paşa olmuş, pederiniz de mütekait bir paşa olarak padişahın mansıp ve rütbesiyle temayüz etmiş bir şahsın evladısın. Memleketin geçirdiği buhrandan kurtulmak için biz buradan siz de dahilde bu gibi döküntüleri, hilafet aleyhindeki bagileri (isyancıları) tedip etmekle kabildir. Ben sizi bunun için çağırdım. Muvaffak olunduğu takdirde, tasavvur etmediğiniz şekilde hem milletin şükranına hem de en yüksek mevkiyle padişahın inam ve ihsanına mazhar olacağınızı şimdiden tebşir ederim (müjdelerim)’

Damat Ferit’in sözleri de Zeki Bey’in cevabı da tezgâhı el verir. Zeki Bey şu teklifi sunar: ‘Bu mesele için yüz bin altın lira ve yirmi bin tüfek hazır edilir. Benimle beraber en emin bulduğunuz iki zata bu paralar teslim edilerek tüfeklerle Trabzon’a gönderilirse gerisi kolaydır. İleriki mesuliyeti bana bırakınız…’

Sadaret makamında Zeki Bey’in pazarlığı sürerken yanlarına gelen gazeteci Ömer Fevzi, uzaktan sağ elini yumup şahadet parmağıyla tehdit edici bir işarette bulunur. Bunu gören Zeki Bey, planın mahvolup işin nezaket kesbettiğini anlayınca sadareti arka kapıdan terk eder. Ömer Fevzi’nin tehdit amacını ve ilişkinin arka planını açıklamaz, ‘yerden göğe kadar haklıydı’ demekle yetinir. Zeki Bey görüşmeden sonra Trabzon’a kaçmanın yollarını aramaya başlar. Baba hatırı ve şehzade Selim Efendi vasıtasıyla Saraya teklifsiz ulaşabilmektedir. Trabzon’a gitmek üzere bindiği vapur İnebolu’ya uğrayınca iskeleye iner. Yazdığına göre iniş sebebi Mustafa Kemal, Rüştü Paşa ve Karabekir’e telgraflar çekmekmiş. Mebus kimliği göstermesine rağmen polisler ‘Vahdettin’in kayınbiraderi Çerkes Zeki adında bir mebus geldi, üzerinde beyannameler çıktı’ diye gözetime alıp Kastamonu’ya bildirirler. Gelen emir üzerine tutuklanır. Meclise katılma amacıyla değil Trabzon’a gitmek için vapura bindiği ve tedbirsizlik sonucu yakalandığı anlaşılan Zeki Bey, İnebolu’dan Ankara’ya götürülür. Ziraat Mektebinde Mustafa Kemal’in karşısına çıkarılır. TBMM’ne katılmakta neden geciktiğini izah için Damat Ferit’le görüşmesini anlatan Zeki Bey, Erzurum Kongresinden tanıştığı Mustafa Kemal’i ikna edemez.

Zeki Bey 39 gün Ankara’da tutulup 23 Haziran 1920’de serbest bırakıldığına göre, 13 Mayıs’ta İnebolu’ya çıkmış demektir. Meclisin 18 Mart’ta dağıldığı dikkate alınırsa, İstanbul’da iki ay bekledikten sonra çıkmış. Celaleddin Arif, Rıza Nur ve Fevzi Paşa’yı devreye soktuğu halde Mustafa Kemal’i ikna edip TBMM’ye kabul edilmez.”

Mustafa Kemal, Nutukta Zeki Bey için “Erzurum Kongresinde bulunmasına hürmeten, ihtarlarda bulunarak serbest bırakmıştım” der. İşte bu ihtarlarla serbest bıraktığı, adamı, halkın ısrarı üzerine yeniden milletvekili olmasına izin vermiştir Atatürk. Hani diktatördü?!   

“Ben diktatör değilim. Benim kuvvetimin olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket nedir bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.” (4)

“Fransız siyaset sosyoloğu Maurice Duvarger, tek parti rejimlerinden söz ederken, totaliter olmayan partilere örnek olarak Türkiye’yi gösteriyordu. 1923-1946 arası Cumhuriyet Halk Partisi’nin başta gelen özelliği, ideolojisinin son kertede demokratik oluşuydu. Bu ideolojinin hiçbir zaman faşist ya da komünist tek partilerde olduğu gibi, bir tarikat ya da kilise niteliği taşımadığını, üyelerine gözü kara bir iman ya da gizemlilik empoze etmediğini, özü itibariyle pragmatik olduğunu kaydediyordu. Duverger’e göre Ortadoğu uluslarının modernleşmelerini önleyen başlıca etmen dindi. İslamiyet’e başkaldıran Atatürk’ün şiarı ‘batılılaşmak’ olacaktı.” (5)  

Aslında diktatör olan 1. Meclistir. Kim diyor bunu? Samet Ağaoğlu. Ağaoğlu bu deyimi, “Kuvayı Milliye Ruhu” adlı kitabında kullanır. Nasıl bir diktatörmüş anlatalım: O Meclis, gücünü yalnızca, o günün anayasasından almıyor, Kuvayı Milliye ruhundan alıyor. Millet adına tüm yetkiler onun. Öyle lafta değil ha... Hükümet üyelerini kendi içinden seçiyor, büyük kumandanlar, elçiler, bir kısım büyük memurlar aynı zamanda hükümet üyesi de. Yargı yetkisini o meclis adına İstiklal Mahkemeleri kullanıyor ama o meclis bu kararları bozup, yeniden hüküm vermek yetkisine bile sahip. Bu meclis bir yandan cepheleri yönetirken, bir yandan da bağımsız bir devletin temelini atıyor. Mustafa Kemal Paşa'ya zaman zaman yetkilerinin bir kısmını devredebiliyor ama o ulu önderden hesap soruyor yeri geldiğinde, yapmıyor onun her dediğini. Diktatör Meclis, bunun için diyor Ağaoğlu... Fala, rüyaya, mucizeye, inanan üyelerinin de olduğu bu diktatör meclisteki fikir akımlarını da yazmış Ağaoğlu, onları da aktararak bitirelim. Üç akım varmış: 1-Tesanütçüler, 2-Milliyetçiler, 3-Komünistler. Milliyetçiler de kendi içlerinde üçe ayrılıyorlarmış: 1-Islahatçılar, 2-Muhafazakârlar, 3-Liberaller...

Tüm olumsuz durumlara karşın, Atatürk için Meclis vazgeçilmezdi. Meclisi çok önemsiyordu, “Milli dertlerin şifahanesidir Meclis” diyordu. Yunus Nadi’ye şöyle diyordu Meclis bağlamında: “Ben tersine, her olağanüstü oluşumu Meclis’ten bekleyenlerdenim. O’nun için ben şimdi bu yoldayım, onun için sağlam bir yol olduğuna inanmaktayım. Meclis nazariye değil, bir gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu; Nadi Bey, orduyu yapacak olan millet ve onun yerine Meclis’tir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca milyonlarca servet ve zenginlik demektir. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin kararı ve kabulü meydana çıkarabilir ve bir kere bu hale geldikten sonra milletin yaşam ve varlığına karşı olan zalimlik ve baskıların tümünü ortadan kaldırmak gücünü kullanmak yetkisini, sadece teorik değil, nazariye olarak değil, fiilen kazanmış oluruz.” (6)  

Falih Rıfkı Atay’ın Atatürk ve Meclis bağlamında yazdıkları daha çarpıcıdır:

“Atatürk bir hürriyetçi idi. Ömrünce memleketi meclissiz bırakmamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın en buhranlı günlerinde;

-Kapatalım bu Meclisi! Diyenlere:
-Meclis olmazsa biz havada kalırız, demişti.

O buhranlı günlerde bile zamanının çoğunu Meclis’te muhalifleri ile tartışmalara ayırmak zorunda kalmıştı.

(…) Başkumandanlık yetkileri bir müddet için verilmişti. Bu müddet bitince, Mecliste kanunun yenilenmesi gerekti. Mustafa Kemal rahatsızdı, Meclise gelemiyordu. Bundan faydalanan muhalifler, çoğunluk toplamayı başararak Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasına engel oldular.

Mustafa Kemal, Meclise geldi; bir gizli oturumda muhaliflerin ne yapmak istediklerini milletvekillerine izah etti. Diyordu ki:

-İçlerinden biri benim için, ‘Meclisin hakkını kapmıştır, biz hakkımızı ona vermeyiz’ demiş. Efendiler açık konuşacağım, bağışlayınız; bütün yetkileri elinde tutan bu Meclis’in kurulmasına ve Ankara’da toplanmasına çalışan benim. Bunu başarmak için en yakın arkadaşlarımla sert fikir tartışmalarında bulundum. Şerefimi tehlikeye koydum.  Bu Meclis benim eserimdir. Vazifem kendi eserimi küçültmek değil, büyültmektir.” (7)

Son demokrat

“Peki bir Fransız hukukçusu niçin ‘Geri bir toplumu ilerletecek en uygun demokrasi sistemini Atatürk bulmuştur’ der. Bir Fransız hukukçusu dalkavukluk etmez.” (8) 

“Vedat Nedim Tör, Atatürk’ün ölümünün ardından yazdığı ‘Son Demokrat’ başlıklı makalesinde Atatürk’e karşı en büyük günahı ona diktatör diyenlerin işlediğini, en demokrat ülkelerde bile halkın mutlak ve tam egemenliğinin erişilmez bir ideal olduğunu, oyların %51’i ile yetinildiğini, Atatürk’ün ise milletin %100’ünü kazandığını belirtmiştir.

Atatürk’ün cenaze kortejini izleyen Zekeriya Sertel’in Atatürk ve demokrasi konusundaki şu özeleştirisi çok çok önemlidir: ‘Vicdanımda bir hesaplaşma gereğini duydum. Sağlığında biz bu insana karşı hürriyet ve demokrasi savaşı yapmıştık. Onu hürriyet ve demokrasi getirmediği için adeta suçlu sayıyorduk. Onun hareketlerini diktatörce buluyorduk. Çünkü o vakit ormanın içindeydik. Ağaçları görüyorduk ama ormanı bütün büyüklüğü ile göremiyorduk. Şimdi geçenleri daha aydın görebiliyorum. Atatürk memleketin sosyal, siyasal ve ekonomik hayatında büyük devrimler yapmıştı. Halifeliği ve padişahlığı yıkmış, yerine bir cumhuriyet rejimi getirmişti. Halkın sosyal hayatında ve geleneklerinde esaslı değişiklikler yapmıştı. Halife ve padişahtan yana olanlar ona cephe almışlardı. İttihatçılar ona suikast tertiplemişlerdi. Emperyalistler memleket içinde isyanlar çıkarmışlardı. İstanbul’daki bütün halifeci, padişahçı ve gerici basın Atatürk’e karşı yaylım ateşi açmıştı. Bütün bu koşullar içinde hürriyet ve demokrasi gelişebilir miydi? Tersine devrim düşmanlarına karşı az çok ters davranmak gerekir. Atatürk de iç ve dış düşmanlara karşı ihtiyatlı, tedbirli bulunmak ihtiyacındaydı. Böyle olmakla birlikte Mussolini ve Hitler biçiminde diktatörlüğe gitmedi. Kişi yönetiminden çok meclis egemenliğine, yani halk egemenliğine önem verdi. Bütün koşullar onun Doğulu bir diktatör olmasına elverişliydi. Fakat asker olmasına rağmen ‘benevolent diktatorship’ diye adlandırdıkları yumuşak, sevimli ve akıllı bir otorite kurdu. Bu otorite diktatörlükte olduğu gibi korkuya değil sevgiye dayanıyordu. Ona bu kuvveti veren şey, halkın kendisine sevgi ile bağlı olmasıydı. Biz eleştirilerimizi özgürce yapabiliyorduk. Nazım Hikmet, en devrimci şiirlerini onun devrinde yazdı… Atatürk dün de büyüktü, bugün de büyüktür, yarın da büyük kalacaktır. Biz uğrunda savaştığımız özgürlük ve demokrasiye ancak onun açtığı yoldan ulaşabiliriz.’” (9) 

Prof.Dr.Rıdvan Akın da aynı koşutluk da saptamalar yapıyor:

“Kemal Atatürk’ün önderlik ettiği Türk Devrimi bir sivil toplum yaratma projesi olarak yorumlanabilir. Onun çeşitli söylevlerinde dile getirdiği ‘muasır medeniyet, asri sosyete’ bundan başka bir şey değildir. Kemal Atatürk, burjuvazinin fevkalade zayıf olduğu bir toplumda küçük burjuva elitle birlikte bir burjuva demokratik devrimi gerçekleştirmiştir. Bu devrim Orta Doğu’nun ilk ve tek demokratik devrimidir. K. Steinhause, Türkiye’de burjuva devletin burjuva toplumdan önce doğduğunu öne sürmektedir. Bu tez üzerinde durmaya değer görünüyor.” (10)

Yekta Güngör Özden ise “Kuşkusuz cumhuriyet demokrasi olacaktır” dedikten sonra, şunları yazıyor: “Demokrasi Cumhuriyetin soyadıdır. Cumhuriyetçi demokrasi! Laik cumhuriyetimize karşı olanların, cumhuriyetimizi biçimsellikle suçlayanların, yöneticilerin kusurlarını düzene yükleyen, varlık nedenlerini yadsıyan sözde demokratların, demokrasiyi demokrasiyle yıkmaya çalışarak köktendinci ve bölücülerle birlikte davranan göstericilerin özlemini çektiği numaralandırılmış cumhuriyet, demokratik cumhuriyet değil. Gerçek, öz, özgün cumhuriyet. 

Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün cumhuriyetidir. Yurdu kurtarıp devleti kuran en büyük Türk’ün duygu ve düşünceleriyle kuruluş belgesinin yazılmış bulunması, O’nun ilkelerini yaşama geçirmeye çalışması, O’nun sözlerine yollama yapması çok doğal, hatta zorunludur.

Kemikleşmeden ötede çelikleşmiş biçimde katı-sert işbirlikçi, dinci yönetimden cumhuriyetle demokrasiye geçişin değerini bilmeyen nankör aydınlar ortamı bulandırmaktadır. Cumhuriyet olmasaydı, emperyalistlerin saldırısına uğrayan ülkemizin tüm kaynakları ve değerleri yabancıların eline geçeceği gibi insanımıza yaşam hakkı tanınmayacaktı. Mütareke basının o zamanki yazıları ile o zamanki yabancı basının açıklamaları bu gerçeği göstermektedir. Tam bağımsızlığın yerine manda ya da sömürge düzeni; özgürlüğün yerine tutsaklık, ulusal egemenliğin yerine şeyhülislam fetvası, padişah fermanı, laikliğin yerine şeriat; aklın yerine inanç; bilimin yerine din, gerçeğin yerine varsayım; ulusun yerine ümmet, yurttaşın yerine bende, üniversite yerine darülfünun, okul yerine medrese, yargıç yerine kadı olacak, çok hukuklulukla çağdışı giyim, ilkel yaşam, uygarlıktan uzaklık ve yalnızlık ağır basacak, din ve mezhep kavgalarıyla savaş karanlığı koyulaşacaktı.” (11)  

Halka gitmek, inkılabın mantığı ve demokrasi

“Evet demokrasi Atatürk’ün ideali idi. Bütün devrimleri de ona hazırlık” Falih Rıfkı Atay (12)

Demokrasi ideali ve o idealin sahibi yılların kökleşmiş geri inançlarının hüküm sürdüğü bir ülkenin başında… Nasıl yapacak o devrimleri halkın oyuna mı başvuracak? Hayır halka rağmen yapılmak zorunda o devrimler, yoksa kendini yurttaş değil kul olarak gören bir halka siz devrimleri benimsetmeye çalışmakla vakit geçiremezsiniz. Devrimler yapıldıktan sonra da radikal davranmak zorundasınız yerleşmesi için. Bu dediklerimize ilişkin çarpıcı bir örnek verelim:

Cumhuriyetin ilk yılları... Erzurum Hasankale merkezli yıkıcı bir deprem olmuştur ve Atatürk hemen Erzurum'a koşmuş, ertesi gün de depremde can kaybının çokça olduğu Hasankale İlçesi’nin köylerine uğramıştır. 

Halkla sohbet de eder orada, isteklerini sorar, hepsi "Padişah Efendimiz bilir" derler. Atatürk kaymakama vekalet eden tahrirat katibine (yazı işleri müdürü) sorar:

"Bunlar padişahtan söz ediyorlar, Cumhuriyet kurulduğundan, devrimler yapıldığından haberleri yok. Bunlara neden anlatmıyorsunuz?" 

Tahrirat kâtibi "Tamim (genelge) yaptık, muhtarlıklara bildirdik efendim" deyince Atatürk "Tamimle Cumhuriyet ve devrim anlatılmaz" der. 

Yani halk devrimleri öğrenmeye, benimsemeye, savunmaya başlayıncaya kadar demokrasi söz konusu olamaz. Tam burada Yaşar Nabi’nin yazdıklarına bir göz atmak gerek. Yaşar Nabi Nayır, “Nereye Gidiyoruz” adlı kitabında "Diktatörlük bir zaruretti" başlığı altında şu görüşlere yer veriyordu:

"İşte bütün bu hakikatleri göz önünde tuttuğumuz içindir ki, Cumhuriyet'ten sonra kurulmuş olan Şef sistemini (ki başlıkta bunun diktatörlük olduğu belirtiliyor) memleket için bir kayıp saymıyoruz. Demokrasi usulile normal bir rejimi yürütmek mümkündür ama kısa zamanda büyük inkılâplar başarmak zorunda olan geri bir memleketi demokrasi ile idare etmeye kalktınız mı orada büyük işler görmekten ümidi kesmek lazımdır. Atatürk bu zarureti idrak ettiği için, inandığı ve sevdiği demokrasi rejiminden biraz uzaklaşmak zorunda kaldı."

Atatürk’ün devrimleri anlatma, yerleştirme yöntemleri insancıldı, Meclis yanında, Halk Partisi, Halkevleri, Halkodaları ve Millet Mektepleri aracılığıyla halka gidiyordu.

Halka anlatmak, sonra da gereğini yapmak. Atatürk bunu “Devrim milleti ve sosyal çevreyi hazırlayarak yapılır” diyerek ifade ediyordu. “Gereğini yapmak” öylesine söylenmiş bir dilek değildir. Söz konusu devrim olunca, millet ve sosyal çevre hazırlanır ama kesinlikle yapılır o devrim. 

Atatürk’ün devrim yapma yöntemine ilişkin önemli bir örneği Falih Rıfkı Atay’dan öğreniyoruz. Devrimlerin en önemlilerinden biri olan Harf Devrimine ilişkin olarak Atay’ın yazdıkları, Atatürk’ün yöntemini, yaklaşımını, kararlılığını, gerçekçiliğini ve istencini en net biçimde ortaya koymaktadır:

“Harf komisyonunun son kararlarını Ankara’dan İstanbul’a getirip Dolmabahçe Sarayı’nın denize karşı aydınlık çalışma odasında Atatürk’e anlattığım günü dün gibi hatırlıyorum. Büyük güçlük, Osmanlıcadaki yabancı kelimelerin bütün söyleniş hususiyetlerine göre harfler ve işaretler aramakta direnen arkadaşlarla, biz Türkçeciler arasındaydı. Türkçe kelimelere lüzumu olmayan harf ve işaretleri istemiyorduk. Böylece dilde kalacak yabancı kelimelerin de gitgide söyleniş hususiyetlerini kaybederek Türkçeleşmesini sağlamak istiyorduk. Bize göre yazı, dil meselesini de halledecekti. Yeni yazı, yalnız Arap yazısı dediğimiz eski yazının değil, Osmanlıcanın da tasfiye edilmesi demekti.

Atatürk karşı tarafın tekliflerini gözden geçirdi:

-Biz bunları halka ve çocuklara nasıl öğretebiliriz? Bu da eskisi kadar güç…

Sonra:

-Yeni yazının eskisi yerine geçmesi için müddet olarak ne düşündünüz? diye sordu.

Müddet arkadaşlardan azlığına göre beş, bir haylisine göre on beş yıl olmalı idi. İlk zamanlar okullarda iki yazıyı da öğretecektik. Gazeteler birkaç fıkrayı yeni yazı ile dizdirmekten başlayarak yavaş yavaş artıracaklar ve mühletin sonunda bütün gazeteyi yeni yazı ile dizdireceklerdi.

-Farz edelim on beşinci yılda gazetelerde yarım sütun Arapça yazı kaldı. Ne olacak biliyor musunuz? Herkes o yarım sütunu okuyacak. Bir harp, bir buhran, bir şey çıktı mı, bizim yazı da Enver’inkine dönecek.

Enver Paşa’nın daha fazla imla inkılabı diyebileceğimiz denemesi Birinci Dünya Savaşı olur olmaz suya düşmüştü.

-Ya üç ayda yapabiliriz ya hiçbir zaman, dedi.

Buna ben de çok şaştım doğrusu. Üç ayda bir millete yazı değiştirmek! Bunu da başarabilecek miydi?

Mevsim sıcaktı. Bir akşam kendisini Sarayburnu’nda bir halk eğlencesine, Büyükada’da bir baloya davet etmişlerdi. Sarayburnu bahçesindeki halk kalabalığını gördükten biraz sonra:

-Bana bir defter veriniz, dedi.

Galiba garsonlardan birinin küçük cep defterini aldı ve bir şeyler yazmaya koyuldu. Bir aralık beni yanına çağırarak:

-Bir defa gözden geçir. Bunları sana okutacağım, dedi.

Latin harfleri ile ilk Türkçe yazı idi.

Diktatörler halk kalabalığından korkar. Rastgelenin katıldığı kalabalık, polis için şüpheli ‘meçhul’dür. Atatürk, halkın kendinde yalnız kendi iyiliğini ve yükselişini isteyen bir kahraman gözüktüğüne inanan bir inkılapçı idi. Halk kalabalıklarında kendi asıl kuvvetini görürdü. Ara sıra:

-Halka giderim, demekten ne kastettiğini o akşam da anladım. Halk yazı inkılabı müjdesini çılgınca alkışlıyordu. Çünkü bu inkılabı halk için ve halk adına yaptığını halka anlatabiliyordu.

O bir saray Tanzimatçısı değildi.

Sonra Anadolu’ya köylere çıktı. Bir kara tahta üzerinde yeni yazının ilk derslerini verdi. Ve üç ayda ‘yaptı.’” (13) 

Bir de İsmail Habip Sevük’ün kavuk, fes, kalpak ve şapkaya ilişkin yazdıklarına bakalım. Yukarıda yazdığımız yöntem ve yaklaşımlar burada da var:
“1923 Nisan’ında Çankaya Köşkündeki odada yedi sekiz kişi var. Biri Gâzi’ye ‘Bir gün başımıza şapka giyebilecek miyiz?’ diye sordu. Şef yanıtladı: ‘Şapkayı önce bahriyelilere giydiririz, onlar halka seyrek göründüklerinden göze batmazlar, sonra ordu giyer, bu, askerlik işi olduğu için kimse karışamaz. Onları göre göre aydınlar da alışmaya başlar. Derken…’

İmparatorluktaki dedelerimizin başlarında taşıdıkları kavuk, bizim sırtımıza bile ağır gelir. II. Mahmut eskiliğin belkemiği olan yeniçeriliği ortadan kaldırdığında, başlardaki kavuk da kalktı. 

Bugünkü gençler işin büyüklüğünü anlayamaz. II. Mahmut kavuk yerine fesi koyabilmek için, binlerce kelle uçurdu. Bir yüz yıl içinde, ayağımızdan boynumuza kadar Avrupalı gibi giyindik. Fakat başımızın üstündeki fes; yalnız onunla, onlardan ayrılıyorduk.

Kavuk ümmet işi, fes ise Osmanlı’dır. Kavuk bir ortaçağ şatosu gibi Avrupa’ya kapalıydı; fes kale kapılarını açtı. İçeri giren Avrupalılık bizi önce ayağımızdan yakaladı.

Lap lap diyen mestle lapçını aldı, yerine potini ve iskarpini giydirdi. Bizde hâlâ, kıyıda bucakta kalmış, fazla kapalı, tırnağının ucunu bile göstermek istemeyen kadınlara bakınız, ayağı Avrupalıdır.

Avrupalılık ayaktan yukarı doğru çıkıyor; bacağımızdan şalvarı attı, pantolon giydirdi; cepken yerine ceket, lata yerine pardösü ve bomboş duran boynumuza da kravatla düğümlenmiş sert yaka…

Fes her şeyden önce Müslümanlığın alâmetiydi, şapka giymek kâfir olmakla birdi. Fes ayrıca milliyetimizin işaretiydi, dindar olmayan aydınlar bile Avrupa’ya gittiklerinde fesi başlarından çıkarmadılar.

Fes, din ve milliyetten de üstün, uyruğumuzun bile ifadesi oldu.

Mütareke günlerinde fes başın dışı değil, başın içi ve ruhun içiydi. Kuvvetli şapkaya karşı zayıf fese sarılmak, sanki bunda, bütünleşmenin kuvvetini buluyorduk.

İstiklal Savaşındaki şahlanışınız nedir? O, hem kuvvetli şapkaya hem zayıf fese meydan okuyuştur. O şahlanışı yapanlar kalpağı bu nedenle giydi. O döneme o kadar yakışan o heybetli kalpak, sonuçta hem fesi hem şapkayı yendi. Kavuk ümmetimiz, fes Osmanlımız ve kalpak ihtilalimizdir. 

Farkında mısınız? Zaferden sonra kalpak azalmaya başlar. Fes onu, yiğitlik göstermiş genç kardeş gibi kucakladı ve kalpak fesin kucağında eriyor. Şapkayı yenen kalpak kendine eklenince, fes büsbütün kuvvetlendi. Mütarekenin kara günlerinde fesi atanlar onu tekrar giydi. Fes bayram yapıyor.

Festen şapkaya geçmek mi? Neuzübillah kan gövdeyi götürebilir. 

Fakat o da ne? 1925 Ağustos’unun sonlarına doğru Şef, başında şapka, birdenbire, hem de memleketin en tutucu sanılan yeri Kastamonu’ya gidiyor.
Kararını vermiş: Bugünkü uygarlık dünyasında karnavala çıkmış gibi yaşayamayız.

Onu başında şapkayla geziye çıkmış görünce, o kadar şaşırmışız ki, gazetelerde bütün aydın kalemler şapkanın adını söyleyemeyerek kekeleyip durmaktalar: Serpuş-i Medeni, şemsisiper, pervazlı kabalak ve saire ve saire… Fakat gezinin sonunda İnebolu’ya varan Şef, apaçık haykırıverdi: ‘Bunun adına şapka derler.’
O sözü hatırladıkça gözümün önüne hep, Karadeniz’in heybetli dalgalarına karşı aşınmaz göğüslü kayalar üzerinden, yüzünü batıya çevirmiş gergin koluyla şapkasını uzatan granit bir hayal gelir.” (14)

1) Falih Rıfkı Atay-Atatürk Ne İdi?
2) Öküz gütmekte kullanılan çubuk
3) Işıl Çakan İbrahimoğlu-Devrimci Meclis
4) Atatürk'ün İzmir basın toplantısı 1935
5) Zafer Toprak-Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi
6) Alev Coşkun-19 Ay
7) Falih Rıfkı Atay-Babanız Atatürk 
8) Falih Rıfkı Atay-Babanız Atatürk
9) Sinan Meydan-Akl-ı Kemal 2.Cilt
10) Rıdvan Akın-Türk Siyasal Tarihi
11) Yekta Güngör Özden-Atatürk Bayrağı
12) Falih Rıfkı Atay-Batış Yılları
13) Falih Rıfkı Atay-Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri
14) İsmail Habip Sevik-Atatürk’le beraber