Şair Ahmet Tufan Şentürk hepimizin sevdiği bir ağabeyimizdi. Çileli bir hayat çizgisinden geliyordu. Mutlu bir evliliği olmuştu, fakat orta yaşlarda iken eşini kaybetmişti. Bir süre hayata küser gibi oldu. Ama sevenleri çok olduğu için bu durgunluğu çabuk atlattı. Yeniden evlenmeyi düşünmüyordu. Ama şairler anası Halide Nusret  Zorlutuna kendisini ikna etti ve bir de aday buldu.

Nişanlandı, fakat kısa bir zaman sonra nişanlı da öldü. “Bende bir uğursuzluk mu var acaba?” kabilinden esprilerle geçiştirdi. “Artık evlenmem…” demeye başlamıştı ki yine dostlar araya girip ikna ettiler, bir aday daha buldular. Fakat gelin görün ki o hanım da söz üzerindeyken hayata veda etmez mi?

Artık Ahmet Tufan Ağabeyimiz kesin kararını vermiş, kimsenin ısrarına yüz vermez olmuştu. Evi, bay ve bayan şairlerin dergâhı gibiydi. Yalnız yaşıyordu ama, herkes onun yanındaydı. Yeri gelince güzel fıkralar anlatır espriler kondururdu. Mesela şu sözü yeri gelince tatlı bir eda ile söylerdi: “Nasipsiz köpek, kurban bayramında gâvur köyüne gidermiş…”

Askerde iken saf bir erin, komutanına söylemiş olduğu, “Sen çocuk musun yüzbaşım…” hitabını sohbetler arasına sıkıştırmayı severdi.

Ahmet Tufan, “Ben iyi şiir yazamasam da iyi şiiri tanırım…” derdi. Doğrusu, güzel şiirleri de vardı. Ben yeni bir şiir yazdığım zaman önce telefonda O’na okurdum. Uzun uzun tartışır, güzel sonuçlara da varırdık.

Ahmet Tufan TRT’deki ortak dostumuz Şaika Günsel’i de yakından, eskiden beri tanıyordu. TRT’de ziyaretime geldiği zamanlar görüşürler, konuşurlar eski ortak dostlarından söz ederlerdi. Şaika Günsel Ahmet Tufan’ın yaşdaşı değilse de O’na yakın kuşaktandı.

Bir akşam aradığımda, “İnşallah yeni bir şiirin vardır…” dedi. “Hayır, başım dertte” dedim. Anlattım. Sonra ekledim: “Bana bir iyilik yapabilirsin ağabey …” dedim. “Senin için yapamayacağım bir şey olamaz… Söyle şimdi…” söyledim: “Bak Ahmet ağabey bu Şaika Günsel’le seni sözleyelim… Nasıl olsa işin garantisi de var… Hem beni hem de TRT’yi kurtarmış olursun…”

Telefonun öbür ucunda bir kahkaha atmasını beklerken birden ciddileşti ağabeyimiz: “Sen ne diyorsun arkadaş, ben Azrail’in infaz memuru muyum?”
Daha sonraları Ahmet Tufan’ın bulunduğu toplantı ve sohbet meclislerinde ben kendisinden söz ederken gayet ciddi bir tavırla “Hepimizin övündüğü bu Ahmet ağabeyimizin ne kadar vefasız biri olduğunu söyleyeceğim” diye söze başladığımda suratların asıldığını, yüzüme dik dik bakıldığını görür, sonra hikâyeyi anlattıktan sonra yükselen kahkahaları dinlerdim…

Söz Ahmet Tufan’dan açılmışken O’nunla ilgili bir olayı daha nakletmeliyim. Yoksulluk içinde geçen bir çocukluğu, erken yaşta başlayan gurbet ve ırgatlık yılları, on iki yaşlarında ilkokula başlaması, ağabeyi ve yengesinin Ankara’daki gecekondusuna tutunması, günün birinde imkânsızmış gibi görünen bir aşka tutulması…

Ne taraftan bakılsa bir dram konusuydu. Ben de bunları yeri geldikçe dinleye dinleye etkilenmiş, Ahmet Tufan’ı anlatan bir radyo oyunu, “Torosların Öbür Yüzü”nü yazmıştım. Eserin prodüksiyonu yapılmış, yayın günü belli olmuştu. O zamana kadar kendisine hiç söylememiştim. Yayına birkaç gün kala haberdar ettim. Kendisi de uzak yakın bütün akrabalarına ve arkadaşlarına bildiriyor. Akşam saatlerinde yayına giren radyo oyununu ben de dinleyip biraz bekledikten sonra kendisini aramayı düşünüyordum ki telefonum çaldı.

Bekliyordum ki memnun olduğu, beğendiğini söylesin. Fakat öyle olmadı. “Arkadaş sen aile içi kavgaya yol açtın…” demez mi?

Radyo oyunundaki çatışma unsuru, Ahmet Tufan’ın yanında kaldığı ağabeyinin eşi ile; yani yengesi ile anlaşamama üzerine kurulmuştu. İşin aslında öyle olmadığını, Ahmet Tufan’a ağabeysinden çok yengesinin sahip çıkmış olduğunu ben de bilmiyor değildim. Ama gel gör ki kurgunun tabiiliğine uymayan istisnai bir haldi bu… Bense, yazdığım oyunda O’nu yengesi ile çatıştırma yolunu seçmiştim…

Radyo oyunumuzu dinleyen bütün akrabaları Ahmet Tufan’ı sitem yağmuruna tutmuşlar, o da beni topa tutuyordu. İkide bir “Değiştir, düzelt, yeniden, yayınla, beni kurtar…” diyordu. İşi esprilerle geçiştirmeye çalıştımsa da o sonraları aynı şeyleri söylemekten geri kalmıyordu.

Yapacak bir şey de yoktu zaten. Fişek namludan çıkmıştı bir kere. Sonraları bazı dost meclislerinde bana yüklenme sırası artık ondaydı.

Ahmet Tufan “Azrail’in infaz memuru” olmayı kabule yanaşmazken, günün birinde Azrail, kendisine bir “infaz memuru" göndermekten geri kalmamıştı. O’nu artık bilgece esprileri ve şakalarıyla anacaktık…


(*) Ahmet Tufan Şentürk / 1924 – 2005
(**) Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...