1960’lı yıllardan itibaren Almanya’ya göç eden ilk nesil Türkler çok zor şartlar altında yaşayıp çalıştılar. Gayretli, ucuz işgücü olarak bu ülkenin daha refahlı olması ve zenginleşmesi için büyük katkı sağladılar. Diğer taraftan, Türkiye’nin bir cente bile muhtaç olduğu yıllarda, gurbetçilerimiz alın teriyle kazandıkları parayı döviz olarak göndererek, vatanımızın büyümesi ve kalkınmasına yardım ettiler. Ancak bu fedakâr insanlar Almanya’da dışlanarak “yabancı”, Türkiye’de aşağılanarak “Alamancı” diye anılmaktan kurtulamadılar.
Aşağıda okuyacağınız hikâyeler, Almanya’da Türk işçilerinin çocuklarına öğretmenlik yaptığım yıllarda yaşadığım bâzı olaylardır...
Seramik fırınını kim bozdu?
Bir gün akşam üzeri evimizin kapı zili çalındı. Gelenler öğrencim Mehmet Gencer’in anne ve babası idi. İçeri buyur ettim. Sabah erkenden bir Alman öğretmen onlara uğrayarak elden verdiği, altında okul müdürünün imzası olan bir yazıyı gösterdiler. Buna göre; “Mehmet sanat dersinde sınıfı temizleme görevlisi iken, seramik fırınını kapatmadan eve gitmiş; sabaha kadar yanan fırın ve bacası bozulmuş. Bunun tamir edilmesi için meydana gelen zarar, 18.500 Mark tutuyormuş. Ailenin, çocuklarının bu sorumsuzluğunun cezasını en kısa zamanda ödemesi gerekiyormuş.”
Antalyalı anne ve baba Gencerler: “Hocam, biz bu parayı nasıl öderiz? Bize yardım edin, yol gösterin.” Diyerek sızlandılar. Ben de “Durun bakalım, önce sorup, soruşturalım, dedim. Hemen telefon ederek tanıdığım bir Alman avukattan ertesi gün için randevu aldım. Aile, Almanca bilmediğinden birlikte hukuk bürosuna gidip, gelen yazıyı gösterdik. Avukat bizi dinledikten, anne ve babadan vekâleti aldıktan sonra; “Merak etmeyin, size bir ceza gelmeyecek. Ben Bay Önsöz’le size haber vereceğim, ayrıca bu dâvâda avukatlık ücreti talep etmiyorum “ dedi. Alman avukat, ertesi gün okula ve okul müdürünün üstü olan eğitim müdürüne gönderdiği yazıda; “Alman okul yasasının ilgili maddesini hatırlatarak, okuldaki her türlü faaliyette öğrencileri gözetleme görevinin öğretmen ve okul yönetimine ait olduğunu, bu nedenle seramik fırınının bozulmasından öğrencinin sorumlu tutulamayacağını” belirtiyordu.
Okul müdürü ve öğretmen bu yazıdan sonra bir daha Gencer ailesinden bir şey isteyemedikleri gibi, Eğitim Müdürlüğü’nden aldıkları bir yazı ile vazifelerini doğru düzgün yapmaları konusunda bir uyarı aldılar.
Ersin
Bodrum Atatürk Caddesi’ndeki Târihî Yunuslar Karadeniz Fırını’nı kim tanımaz? Bodrum’un en lezzetli pasta ve çörekleri orada yapılır. Ben de Bodrumlu olduktan sonra hep bu dükkândan alışveriş yaptım; sâhibi Talat Arıcı ile tanışıp zamanla arkadaş oldum. Bir yaz tatilimin sonunda Almanya’ya dönmeden önce Talat Usta bana: “ Hocam, bildiğin gibi bizim pasta ve çörek çeşitlerimiz çok zengin. Almanların ise epey ekmek çeşidi var. Senden ricam; Almanya’da yaşadığın şehirdeki bir fırıncıyı benim adıma Bodrum’a davet etmendir. Ben bütün masraflarını karşılayacağım, o da bize ekmek çeşitleri konusundaki bilgilerini aktarsın.” Dedi. Ben de “Olur, araştırırım” diye söz verdim. Almanya’ya gelince yaşadığım şehirde her zaman ekmek aldığım fırıncı ile konuşup Talat Usta’nın isteğini anlattım. Alman fırıncı : ”Câzip bir teklif, ben seve seve gitmeyi, güzel ülkenizi tanıyarak, bir meslektaşımla işbirliği yapmak isterdim. Ancak buradaki fırın ve dükkânlarımı bırakıp bir yere gitmem çok zor. Yalnız benim ustalarımdan birini gönderebilirim” dedi ve iki gün sonra bu usta ile konuşmak üzere dükkâna gelmemi istedi.
Söz konusu gün ve saatte fırıncı dükkânına gittiğimde, karşıma Ersin Taş isimli, eski bir öğrencim çıktı. Ersin, Nevşehirli bir ailenin ele avuca sığmaz bir çocuğu idi; onu ve kardeşi Deniz’i Gesamtschule’de okutmuştum. Ersin beni görünce yanıma geldi; elimi öptü, boynuma sarıldı.” Hocam bende emeğiniz çoktur. Sizi okul zamanında yorduğumu, üzdüğümü biliyorum. O günlerim için özür diliyorum. Gördüğünüz gibi okuldan sonra bir meslek öğrendim; işimde ve gücümdeyim. “ dedi. Ben de: “önemli olanın bu olduğunu, biz öğretmenler öğrencilerimizin iyi insan, iyi vatandaş olduklarını görünce sevindiğimizi, geçmişteki yaramazlıkları unuttuğumuzu” söyledim. Ersin, “patronunun Bodrum işini kendisine teklif ettiğini, severek gidebileceğini” söyledi. Bunun üzerine; Yunuslar Fırını’nın telefon numarasını vererek Talat Usta ile konuşmasını, şartları ve zamanı birlikte kararlaştırmasını söyledim. O da “Yaza daha vakit var, ben konuşurum, siz merak etmeyin “ dedikten sonra, görüşme dileğiyle birbirimizden ayrıldık.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, bir sabah Hürriyet Gazetesi’nin Almanya baskısında okuduğum bir haberle beynimden vurulmuşa döndüm.
Gazete haberine göre; eski öğrencim Ersin Taş, Fatma el Katuti isimli Faslı bir kadınla yaşıyormuş. Ancak, arkadaşı birlikte yaşadıkları evden ayrılıp bir kadın sığınma evine taşınmış. Bir akşam, Ersin sığınma evine giderek onun evlerine dönmesini istemiş. Kadın bunu kabul etmeyince, aldığı alkolün de etkisiyle kontrolünü kaybederek, onu bıçakla tehdit ederek, rehin almış. Sığınma evi polisi aramış. Hemen olay yerine gelen özel polislerin uyarılarına rağmen Ersin kadını bırakmamış. Gece 23.50’de keskin nişancı polislerden biri, tek kurşunla Ersin’i başından vurarak öldürmüş.
Olaya şâhit olanlar; polislerin birbirlerine çak yaparak, “Burada işimiz bitti, haydi bira içmeye gidelim” dediğini duymuşlar.
Türk muhabirle evlerinde konuşan Ersin’in acılı anne ve babası polisi suçluyor; “Haber verilseydi, biz oğlumuzu ikna ederdik. İnsan hayatı bu kadar mı ucuz?” Diye feryat ediyor ve kanlı gözyaşı döküyordu.
Ersin, doğduğu köy olan Nevşehir’in Fakuşağası mezarlığında toprağa verildiğinde daha 21 yaşında idi.
Bir sınıf gezisi
Şehirdeki en büyük işyeri olan Harvester Traktör Fabrikası’na bir sınıf gezisi düzenledik. Öğrencilerimin çoğu, burada çalışan babalarının işyerini ilk defa gördü. Fabrikada en ağır işleri Türkler yapıyordu. Yüksek ateş fırınının karşısında, binlerce tonluk presin altında, nefes almakta güçlük çekilen boya bölümünde, hızla giden bantların başında çalışan hep onlardı. Çocuklar babalarının ne güç şartlar altında para kazandığını orada anladılar. Babalarına gururla, sevgiyle baktılar. Babalar ise çocuklarına o gün, en büyük hayat dersini, çalıştıkları iş yerinde verdiler. ” Bizim gibi olmayın, okuyun! Dediler.
Çocuklarına sesini duyurabilen o babalardan biri; Çorum’un Turgutlu köyünden bu fabrikaya işçi olarak gelen Ahmet Aslan’dı. O ailesine iyi bir gelecek sağlamak için gurbette zor şartlar altında çalışıp yaşamasına rağmen çocuklarıyla çok ilgilenen, onları okutmaktan başka bir şey düşünmeyen bir babaydı. Evlâtları onun hayalini gerçekleştirdi. Öğrencilerim olan en büyük oğlu Lütfi Almanya’da elektrik mühendisi, diğer oğlu İsa Türkiye’de Almanca öğretmeni, kızı Reyhan Almanya’da bankacı oldu.
H.’nin gözyaşları
O cumartesi günü Neuss şehrinde Türkçe derslere devam eden öğrenciler arasında “Türkçe şiir okuma yarışması” düzenlemiştik. Daha sonraki yıllarda geleneksel hale getireceğimiz bu yarışmanın amacı; gurbette yetişen Türk çocuklarına dilimizi sevdirmek, Türk Edebiyatı’nın büyük şairlerini tanıtmak, Türkçeyi anlayıp, doğru vurgulamalarla okuyabilmelerini sağlamaktı. Şehrin merkezindeki bir okulun büyük salonunu bugün için almış, folklor gösterileri de hazırlamıştık.
Anne ve babalar yarışmaya büyük ilgi gösterip, çocuklarıyla gelip salonu doldurdular. Yarışmaya katılacak, 10.sınıftan yürüme engelli öğrencim H.’yi babası getirdi ve bana :” Hoca, bu iş ne zaman biter?” Ben: “5-6 arası biter,” dememle, “ Kahveye gidiyorum. 6’ya doğru gelir, H’yi alırım” diyerek gitti. Arkasından: “Kalsanız, daha iyi olur!” diye seslenmeme rağmen, beni duymadı bile.
O günün yıldızı, çok güzel bir Türkçeyle, anlamını vererek, iyi bir tonlama ve duygu dolu bir sesle, koltuk değneğine dayanarak okuduğu şiirle birinci olan H. idi. Ancak H. gözyaşları içinde birincilik ödülünü alırken, bir taraftan da gözleriyle salonda babasını arıyordu. Baba, ancak herkes gittikten sonra, biz de salonu kapatmaya hazırlanırken geldi. Kızının başarısına, sevincine katılmayan baba, neyse ki kahveden kalkıp onu almaya gelebilmişti. Benim anlayamadığım; annesinin de kızını neden yalnız bıraktığı idi.
H. daha sonraki yıllarda Almanya’da liseyi bitirdi. Yüksek öğrenimini Türkiye’de okumaya karar verdi. İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ne başladı.
Bir akşam Türk televizyonlarından birinde, akşam haberlerini izlerken uyuşturucu bağımlısı gençlerle ilgili verilen haberde, bir üniversite öğrencisi kızla röportaj yapıldığını gördüm. “Neden uyuşturucuya başladınız” sorusuna, “ailesinin kendisini yalnız bıraktığını” söyleyen o genç kız, öğrencim H. idi.
Atilla’nın dönüşü
Atilla, Karadenizli bir ailenin en küçük çocuğu idi. Daha önceki yıllarda ablası ve ağabeyini de okutmuştum. Atilla derslerine çalışmıyor, ödevlerini yapmıyor, Türkçe dersime de babasının zoruyla geliyordu. Arkadaşları da genellikle Alman çocuklarıydı.
Bir gün okul duvarına “ Bütün Türkler gaz fırınına “ diye Almanca bir yazı yazılmıştı. Okul müdürü bu yazıyı yazanı bulmak için bütün öğrencilerin defterlerini duvar yazısıyla karşılaştırmak amacıyla toplamıştı. Sonunda yazının Atilla’ya ait olduğunu anlayıp, beni durumdan haberdar etti. Biraz sıkıştırınca Atilla’da, bunu şaka amaçlı yazdığını söyleyerek kendini kurtarmak istedi. Ancak Atilla’nın Türklere, Türkiye’ye sevgisi ve ilgisi yoktu. O kendini Almanlara ve Almanya’ya daha yakın hissediyordu. Babası okula çağrıldı. Karadenizli baba “ Hocam, böyle bir çocuğum olduğu için utanıyorum. Bu çocuk neden böyle oldu, bilmiyorum.” Dedi.
O sene 29 Mayıs 1993’de yaşadığımız şehire yakın Solingen’de çok acı bir olay oldu. Yabancı düşmanı, daha doğrusu Türk düşmanı; Alman Nazi gençler burada Amasyalı Genç ailesinin oturduğu evi kundaklayarak ailenin 5 ferdinin yanarak ölmesine sebep oldular. Çatısı, pencereleri simsiyah, yanmış, yakılmış o evin önü günlerce Almanya’daki Türklerin ve bu vahşete karşı olan insanların toplantı yeri oldu. Ben, eşim ve arkadaşlarım günlerce Solingen’e taşındık. Bütün Türkler el ele, ırkçı Nazi terörüne kurbanlar veren Türk ailenin acısını kendi acımız bildik, birbirimize kenetlendik. Almanya’daki yabancı düşmanlığına, ayırımcılığa, aşağılanmaya karşı nefretimizi haykırdık.
Çevremizden bazı Türk gençleri de Solingen’e gitmiş, şehrin sokaklarında Nazi avına çıkmış, sloganlar atarak “Biz buradayız!” Diyerek dolaşmışlardı. Öğrencilerim olan bu gençlerin arasında, boynuna bağladığı Türk bayrağıyla “ Kahrolsun Naziler, Yaşasın Türkler!” diye bağıran Türk gençlerinden birinin Atilla olduğunu sonradan öğrendim.
Almanya Atilla’yı Türk yapmıştı.