Padişah-ı cihan, Dersaadete Frenk memleketinden gelen kıymetli hediyelere karşılık vermek ve dahi Devlet-i Aliyyenin şevketini, ihtişâmını belirtmek, metbûlarının her hâl ü kârda hadlerini iyi bilmelerini hatırlatmak maksadıyla, bir elçilik heyeti yola çıkardı. Gönderilen hediyeler arasında, çifte su verilmiş eğri Türk kılıçları, katı sinirle yapılmış, Okmeydanı kemenkeşlerinin gerebileceği yaylar; üzerleri rengârenk çiçeklerle süslü sadaklar; temrenleri, yağıyı delip geçen deste deste oklar; samur kürkler, kaftanlar bulunuyordu.
Padişah-ı cihan, Dersaadete Frenk memleketinden gelen kıymetli hediyelere karşılık vermek ve dahi Devlet-i Aliyyenin şevketini, ihtişâmını belirtmek, metbûlarının her hâl ü kârda hadlerini iyi bilmelerini hatırlatmak maksadıyla, bir elçilik heyeti yola çıkardı. Gönderilen hediyeler arasında, çifte su verilmiş eğri Türk kılıçları, katı sinirle yapılmış, Okmeydanı kemenkeşlerinin gerebileceği yaylar; üzerleri rengârenk çiçeklerle süslü sadaklar; temrenleri, yağıyı delip geçen deste deste oklar; samur kürkler, kaftanlar bulunuyordu.
Çıkarılan kervana bir de donanmış küheylan eklenmişti. Daha iki yaşında olan bu tay, Karacabey harasında özenle yetiştirilmiş, ırakları yakın eden, binicisini kuş kanadında gezdirirmiş gibi taşıyan, dil anlayan, sahibinin aklından geçenleri sezebilen, akıllı, uyanık, cevval bir hayvandı.
Koşumları dersen, akıllara sezâ idi. Eğeri, kolanları işlemeli deridendi. Koyu al rengine uygun sahtiyan ve köseleden yapılmıştı. Üzengileri gümüş, dizginleri süslü kösele, halkaları sarı mis, gemleri de yine tunç ve mis karışımı mâdenden özenle yapılmıştı. Mücevher değerindeki bu koşumlar, yine de atın güzelliği yanında sönük kalıyordu.
Üç ayağı, toynaktan dize kadar beyaz, ön sol ayağı donu gibi koyu kızıl kahveydi. Yeleleri kuzgunî, kulakları dik, alma gözlü, kız perçemli, bu güzeller güzeli atın en dikkate değer yeri alnıydı. Beş köşeli beyaz bir yıldız ilk bakışta göze çarpıyor, sonra atın diğer özellikleri dikkate alınıyordu. En alt köşesi daha uzun olan bu yıldız, alında garip bir parıltı yayıyordu. Ayaklardaki beyaz ışıltıyı, bu hareketli, mübârek hayvanın alnındaki yıldız dengeliyor, başının kımıldanışlarıyla, gökte kayan yıldızları hatırlatıyordu.
Hiç yerinde duramayan bir hayvandı. Harada saatlerce koşar, rahvan, dörtnal, tırıs gibi at koşu şekillerini ustaca yerine getirirdi. Eyerlendiği zaman, binicisinin hemen, eğere binip koşuya başlaması için sabırsızlık alâmetleri sergilerdi. Ön ayağıyla yeri eşeler, nalları ile döğer, uzun uzun kişner, horuldar, “Haydi birader, beklemekten ağaç olduk” manasına gelen hırçınlıklar gösterirdi. Seyis Seymen Ağa, onun adetâ dilinden anlar, “Acele etme bre kuzum, gideceğiz!” der, perçemini, alnın okşar, bazen de kırmızı bir Bilecik alması çıkarır: “Hadi benim al küheylanım, ye bakalım.” diyerek, doğduğu günden beri, elinde büyüyen ata yedirirdi. Bir taraftan da serbest kalan eliyle atın boynunu, yele diplerini sıvazlardı.
Bu davranışlar, atı sâkinleştirir, talimlerde söz dinlemesini sağlar, edineceği alışkanlıkları kolaylıkla ezberlerdi.
Bu at, o kadar tâlimli idi ki, mehter çaldığı zaman, bir asker gibi uygun adım atardı. Seymen ağa, zaman zaman bir davulcu çağırır, kendisi eğerde iken, davulun usûllerine göre adım attırır, şaha kaldırırdı. Hatta şaha kalktığı zaman, havada ön ayakları ile usûl tutardı. Bu oyunu, tay iken, daha yeni bineğe alıştırılırken, kendiliğinden yapmış, mükâfat olarak bir avuç şeker yemişti. Böyle zamanlar için, almaların yanı sıra Seymen Ağa, cebinde şeker de bulundururdu. Bazen de davul mavul olmadığı halde, art ayakları üzerine şaha kalkar, ön ayaklarını havada çevirir, şeker isterdi.
Bir gün Seymen ağa mahsus şeker vermedi. Ala Şahin, -Seymen ağa onu böyle çağırırdı- şaha kalktı ve uzun süre o vaziyette kaldı. Ön kollarını çevirdi çevirdi. Bir türlü yere basmıyordu. Seymen ağa endişeye kapıldı. Boynunu okşadı. “Tamam oğlum, şeker vereceğim. Ben şaka yaptım. Artık yere bas. Kendini yorup bitireceksin” dedi de Ala Şahin yere bastı. Kafasını sağ geriye ve sol geriye atarak kişnedi.
“Ne haber? Şeker verir misin, vermez misin?” der gibi horuldadı. Seymen ağa, bir avuç şeker yedirdi. Şekeri yedikten sonra başını aşağıya saldı. Bu hareketi, Seymen ağa gözlerinden öpsün diye yapardı. Bir haftalık taylığından beri, buna alışmıştı. Ağa, çocuğunu öper gibi iki gözünden öperdi.
Ne yazık ki, bu güzel günlerin sonu gelmişti. Ala Şahin, gurbete çıkıyordu. Hem de yabancı diyarlara. El memleketlerine. Seymen ağanın, yemesi içmesi bozulmuş, uykuları düzensizleşmiş, ağzını bıçak açmaz olmuştu. Elinden gelse, Ala Şahini alır kaçar, dağlarda, bayırlarda gizlenir, kimselere vermezdi. Amma ki, irâde Padişah emriydi. Evvelâ tartışılmaz, sadece itaat edilirdi. Devlet emri kılıçtan keskin, kıldan ince, çelikten kavî, kısa ve kat’î idi. Ayrıca padişahın kullarının emre karşı gelmesi, töreye, inanışa sığmazdı. İnsan iki cihanda azap görürdü.
Ayrılık gününe iki gün kala Seymen ağanın böğrüne bir sancı girdi. Yatağa saplandı. Bir hafta yerinden kalkamadı. Kendine geldiği zaman, Ala Şahin, gurbet yolunu çoktan tutmuştu.
İstanbul’a getirilmiş, İmrahor ağaya teslim edilmişti. Has ahırlardan birine çekilmiş, kervanın yola çıkmasını bekliyordu. Ala Şahin, en çok Seymen ağayı arıyordu. Niye gelmiyor, alma getirmiyor, yedirmiyor, içirmiyordu?
Has ahırın penceresinden görünen mavi su dolu düzlüğe bir mana veremiyordu. Hatta onun üstünden koşarak değil, bir sal üstünde karşıya geçirilmişti. Ne ot vardı ne de çalı. Ne ağaç ne dal. Uzaklarda dağlar vardı ama, sisler içinde ve çok ötelerdeydi.
Menzillerde durarak, dinlenerek günlerce yol aldılar. Ala Şahine bakan karayağız genç seyis de ata çok iyi davranıyordu. Tek farkla ki, alma ve şeker vermesini bilmiyordu. Demek ki, bu âdet yalnızca Seymen ağaya has bir davranıştı. Yol hayli uzun olduğu için zaten almayı, şekeri düşünecek fazla zaman da yoktu. Kervanda develer, katırlar, başka atlar da vardı. Öbür atlılar, silâhlı muhafız idiler. Kervanın iki yanını almış bir nizamda yol alıyorlardı. Menzillerdeki hanlara çekildikleri zaman bu muhafızlar, nöbetçi çıkarıyor, etrafı sürekli kolaçan ediyorlardı.
Ala Şahin, öteki atlardan ayrı beslendiğini hemen fark etmişti. Öteki atlara sıradan arpa saman yediriliyordu. Halbuki, kendi yiyeceği arpalar, bir deve ile İstanbul’dan beri taşınıyordu. Bir de yeni seyis, onu ismiyle çağırmıyordu. “Gel oğlum, git oğlumdan” başka söz dediği yoktu. Ala Şahinin anlayamadığı bir hal de develerle ilgiliydi. Arka arkaya iplerle bir sırada giden bu eğri büğrü hayvanların en başına - haşâ huzurdan - bir merkep bağlanmıştı. Bu develer, yol iz bilmiyorlar mıydı ki, bir uzun kulaklı tarafından güdülüyordu?
Ala Şahin, yavaş yavaş etrafının değiştiğini fark etti. Dağın, taşın hatta rüzgârların kokusu değişmişti. İçirilen suların da tatları tuhaftı. Rastladıkları insanlar da tuhaf, kekremsi kokuyorlardı. Konuştukları sözlerin bir kelimesi bile bildiklerine benzemiyordu. O yüzden kervandaki muhafızlara, seyisine daha bir yakınlık duydu. Hiç olmazsa onların “gel, git, ye, iç” gibi kelimelerini anlıyordu. Bir de bu yabancıların gözlerini hiç beğenmemişti. Kendisine hain hain bakıyorlardı. Yılana çıyana bakar gibi.
Halbuki harada herkes, gözleriyle okşar gibi bakardı. Hatta çoğu : “Maşallah” derdi. Acaba bunlar hiç at görmemişler miydi? Tam böyle düşünürken yanlarından çift at koşulu bir araba geçti. Atların ayakları ağaç kütüğü gibi, sağrıları kocamandı. Yeleleri sapsarı, hantal, ağır hayvanlardı. Seyisi , arkadaşına “Bunlar, Macar kadanalarıdır. Yük beygiridirler” diyordu. Ala Şahin biriyle göz göze gelmek istedi amma, onlar hep yere bakıyor, kafalarını eğmiş, arabayı çekiyorlardı.
Son menzilde iki gün, iki gece dinlendiler. İkinci günün sabahı, Ala Şahin, seyisi tarafından arap sabunuyla iyice yıkandı, kurulandı, gebre ile tüyleri parlatıldı. Üstüne kırmızı renkli, kenarları sırma işlemeli bir örtü kondu. Bu kırmızı kumaş, nedense Ala Şahini sinirlendirdi. Huysuzluğunu hissedecek adam da yoktu. Şimdi Seymen ağa olsa, onu okşar, sever, alma yedirir rahatlatırdı.
Eyerledikten sonra, başındaki koşumların iki yanına iki püskül soktular. Zavallıyı, küheylan değil de cambazhâne maskarasına çeviriyorlardı. İçin için öfkesini bastırmaya çalışıyordu . Derken yanlarına saçları uzun, başındaki şey sarıklara benzemeyen, tuhaf kokan, bir adam geldi. Yine o kalabalık sözlerle anlamadığı dille konuştu. El işaretlerinden ve bakışlarından, Ala Şahinle ilgilendiğini hissetti. Sonra elini uzatıp dizginini tuttu. Ala Şahin, bir yabancının dizginine uzanmasından huylandı. Başını yukarı çekti. Yabancı adam, kızarak dizgine sertçe asıldı. Dizginin ucundaki gem, üst damağını adetâ haşladı. Bunun üzerine Ala Şahin şaha kalktı. Dizgini sımsıkı tutan, bırakmayı akıl edemeyen herifi de havaya kaldırdı. Vahşî kişnemelerle kafasını sağa sola çevirdi. Adam, korkusundan dizgini bıraktı, sırt üstü toprağa düştü. Bütün bunlar, göz açıp kapayana kadar kısa bir zamanda olmuştu. Ala Şahin, tam adamın üstüne düşecekken, karayağız seyis, herifi kenara çekti.
Ala Şahin, hırsını alamamış, yerleri eşeliyor, kişniyor, seyisin yatıştırıcı sözleriyle sakinleşmeye çalışıyordu. Yere yıkılan frenk, kendine gelir gelmez, elindeki kırbaçla ata doğru hamle yaptı. Aklı sıra atı kırbaçlayacaktı. Fakat karşısına iki çavuş dikildi. Elleri, kılıçlarının kabzasındaydı.
İşe, muhafız takımının başı yüzbaşı da karıştı. Yüzbaşı, dilmaç vasıtasıyla konuşmaya başladı :
- Gospodin, ne istersin? Senin bu atla derdin ne?
- Görmediniz mi? Beni öldürmeğe kalktı.
- Hayvan durup dururken niye azsın. Mutlaka ters bir şey yaptın, huysuzlandırdın.
- Siz beni değil de atı mı müdafaa ediyorsunuz?
- Evet aynen öyle. Bu at, kralınıza padişahımızın armağanıdır. Üstünde bir çizik bile olmadan teslim etmek de bizim vazifemiz.
--İki çavuşunuz da kılıçları ile karşıma dikildiler.
- Emaneti korumak da onların görevi. Sen şimdi yoluna git. Kendini de bu attan sakın. Seni düşman belledi bir kere.
**
Elçilik heyetinin kabul günü geldi çattı. Mehterân Bölüğünün eşliğinde, muhafız kıtası saray avlusuna girmeye başladı. Ala Şahin, mehteri duyunca keyiflendi. Dünkü olayları unuttu. Davullu, zilli, nakkâreli mehter takımı hayli yüksek perdeden çalıyordu ama, yine de Alay Peşrevinin ve Şah Murad semâîsinin bir yumuşaklığı, zarafeti vardı. Ruhlara şifa gibi işliyordu.
Mukabilinde karşı tarafın boruları büyük bir şamatayla öttü. Sanki etrafa gözdağı vermek için musikî yapıyorlardı. Bu şamatadan Ala Şahin hiç hazzetmedi. Karşıdan bakan ve onu huylandıran gözler şimdi bir kaç yüz taneydi. Hediyeler sırasıyla takdim edildi. Ala Şahin de iki seyise verildi. Kralın önünden geçirdiler. Kral atı çok beğenmişti. Tam o sırada elindeki kırbacı çizmesine vurarak dünkü adam çıkageldi. Krala bir şeyler söyledi. Olumlu cevap alınca atın yanına geldi. İki yardımcı eğere çıkmasına yardım ettiler. Adam, dizgini iyice gerdi. İntikam alır gibi çekti. Ağzı ve dişleri fena halde acıyan at, olduğu yerde bir daire çizdi. Adam çizmelerindeki mahmuzlarla karnına iki yandan vurdu. İki mahmuz yarası açtı. Üstüne üstlük sağrısına iki korkunç kırbaç indirdi.
Ala Şahin çıldırmış gibi ileri atıldı. Gemi azıya aldı. Baş döndürücü bir koşuya başladı. Sonra döndü, bütün hızıyla kralın oturduğu yere yöneldi. Tam önüne gelince birden durdu. Üstündeki adam havaya fırladı. Birkaç takla attıktan sonra, mermer merdivenlerin üzerine yığıldı. Hızla etrafında bir kan gölü meydana geldi. Atı tutmak için, gürültü patırdı eden bir sürü insan oraya koştu. Ala Şahinin gözlerini kan bürümüştü. Yanına geleni devirdi, çifteledi. Art ayakları üzerine kalkarak tepelerine çullandı. Kol kırdı, kafa yardı, ayak parçaladı.
Birden bahçenin sonundaki bodur ağaçlığa yöneldi. Tam manasıyla parlamıştı, bütün melekeleri donmuş hiçbir şey hissetmez olmuştu. Çılgınca koşuyordu. Bodur ağaçları da aynı hızla yarıp geçti. Birden ağaçlar bitti ve kendini elli kadem yüksekliğinde bir duvarın ötesinde havada buldu. Hem azgın hızı, hem de koca gövdesinin ağırlığı ile yere çakıldı.
**
Günlerden sonra Ala Şahin’in başına gelenleri Seymen ağa da duydu. İstanbul’a gelip o karayağız seyisi buldu.
- De bana yeğenim, Ala Şahin’im ölürken nasıl göründü?
- Ağam bir şey gözümün önünden gitmiyor. Yumulu gözlerine, mor kanatlı kâfir sinekleri konup kalkıyordu. İşte bu beni günlerce hasta etti.
28 Eylül 2004