Evlerde, daha çok konsol tipi piyanolar kullanılır. Saray veya büyük konakların salonlarını süsleyeyn Gavea veya Rishter yapımı piyanolara da rastlamıştım. Cihangir Çam Palas’ta rastladığım bu piyanonun hikâyesi tam O. Henri’likti. Bir kere Piyano Baltık Denizi’nin yanındaki fabrikadan çıkmıştı.

Piyano, rahatlıkla ambalajlanıp bir gemiye konur, Baltık Limanlarından birinde indirilir, Petersburg’da Çar Aleksandr’ın sarayındaki küçük kızı Anastasya’ya ulaştırılırdı. Ama bu tarif çok kolay gibi gözüküyor. Çarın kızının piyayanosu pamuk hevengi gibi kolayca taşınır mı?

Bir sürü adamın lâfa karışması, akıl vermesi, akıl alması, hani dokuz kardeşin bir köyden bir köye, analarına tek bir yumurtayı taşımalarına benzemeli. Bu dokuz kardeş de yumurtayı sağlam götürememişler. Yolda kırmışlar.

***

Piyanolar kırılıp, dökülmemiş ama başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmemiş. Gemi daha Baltık’ta iken Kuzeyden bir fırtına kopmuş ki, evlere şenlik. 

Görevliler, hemen ambarlardan halat yetiştirmişler. Piyanolar, makaralı ayaklar üzerinde, kaydırak oynayamayacak hale getirilmiş. İngiliz Kaptan, İkinci Kaptan, Çarkçıbaşı, Lostromo, Komodor, Ateşçi, piyano taşımakta uzman dört Rus hamal hep beraber kaptan Köşkü’ne çağrılmış, herkesin fikri alınmış. En doğrusu Manş’ı geçip Liverpol Limanı’na sığınmak seçeneğine karar verilmişti.

Hem kömür, erzak ve su ikmali de yapılır, havalar da düzelir. Dört Rus hamal, gemiden çıkarak limana girmişler. Tuhaf şey, hemen kendilerine benzer insanları bulmuşlardı. Rus nereye gider? Meyhaneye tabii. Jambonlu mezelerle, votka ile iyice sarhoş olmuşlar. Yaptıkları gürültüden rahatsız olan öteki müşterilerden biri Sırp’mış. Slavca ağır bir küfür döşenmiş.

Meyhane kavgalarında, masadan masaya ilk atılanlar, şişelerdir. Sonra bardak, çatal, kaşık gelir. Kavga büyürse sandalyeler devreye girer. Meyhaneci alışık olmalı ki, hemen liman polisini haberdar edince kavgacılar karakolu boyladılar.

Bir büyük sıkıntı vardı. Hamallar cahil takımındandı. Bir kelime bile İngilizce anlamıyorlardı. Limanda da Rusça bilen yoktu. Sizin anlayacağınız, iş “ölme eşeğim ölme” ye kalacak renge girdi. İngiliz kaptan bu dört Rus hamalı aratmaktan vazgeçti ve demir aldı.

İngilizin tedirginliği, Alman-İngiliz deniz rekabetiydi. Nitekim, Cebelitarık’a yaklaşırken iki kruvazör, Andalusia sahillerinden Mısır önlerine sinsi sinsi süzlürken, arkasından da kraliyet donanması harp gemileri takip ediyor ve öndeki kruvazörlere yetişmeğe çalışıyorlardı.

İngiliz ticaret gemisi Pire Limanı’na yanaştığı zaman telsizden hiç de iç açıcı haberler almadı. Rusya karışmıştı. Bu Boğazları geçememek ve Karadeniz’e çıkamamak demekti. Telsizden Londra’dan gönderilen acil talimatta, İstanbul Limanı’na hamuleyi boşaltıp hemen geri dönmesi yolundaydı.
Önde İngiliz ticaret gemisi, arkada iki kruvazör, daha arkada İngiliz armadası, Adalar Denizi’nde zikzaklar çizerek seyrediyorlardı. Son deniz Marmara Denizi’ydi. Çanakkale’nin şöhreti mâlûmdu. ÇANAKKALE GEÇİLMEZ.

İngiliz ticaret gemisi, Marmara’yı rahatlıkla geçti. Sisler arasında iki muhrip de Marmara’ya girmişti. İngiliz gemisi, Tophane rıhtımına yanaştı. İki harp gemisi de Haliç Tersaneleri önüne demirledi.

İngiliz kaptan, dürbünle bakınca bu iki harp gemisinin ay yıldızlı Türk bayrağı çektiklerini hayretle gördü. Telsizle bürosunu aradı. Yolda sürekli rastladıkları iki gemi, Göben ve Bröslav harp gemileriydi. Seyir halindeyken Osmanlı Devleti’ne satılmışlardı. Bayrak ve flâmaları gibi adları da değişmişti. Yavuz Sultan Selim ve Midilli olmuştu. Dolayısı ile İngiliz takibi Çanakkale Boğazı önünde bitmişti.

Dört Rus hamal İngiltere’de hapisteyken, Rusya’da ihtilâl olmuş, Avrupa ve Asya karışmıştı. Çar ailesi toptan katledilmişti. Anastasya’nın parmakları da bu katliamda öbür dünyayı boylamıştı. Piyanolar, bir süre ambarın önünde durdu. Unkapanı hamalları, bu ağır şeyleri ite kaka indirdiler. Ambarların birinin kuytu köşesine itelediler.

Bunların ne sahibi vardı. Ne teslim alanı. Ne manifesto, ne fatura. İngiliz kaptan, bir an önce savaş bölgesinden kaçmak istiyordu.

Teb’a-i sâdıka denen Ermeni, Rum ve Yahudi taifesi, hem askerlikten muaf, hem başka devlet pasaportları taşıyorlardı. Türkler de Yemen Cephesi’nde, Sina Çölü’nde, Süveyş Kanalı önünde, Kafkaslar’da Rus ve Ermenilerle, Balkanlar’da Bulgar Ordusu ve komitacılarla Yunanistan’da o zamanın deyimiyle yedi düvel ile çarpışıyordu. Teb’a-i sâdıka ticareti ellerine geçirmiş, hakim Türk nüfusu açlıkla, hastalıkla eritiyordu. Dahilde de İttihatçılar, macera üstüne maceralara atılıyordu.

Bir ara sadrazamın peşkirci başı olan Abuzittin Efendi’nin kızını, güzel havalarda kızlarına arkadaşlık etsin diye yalıya götürdüler. Çocuklar hemen anlaştılar. Ev sahibinin kerimesi, Beyaz Rus Olga Pavloviç’ten ders alıyordu. O gün de ders günüymuüş. Misafir Münevver, dersi put gibi oturarak, büyük hayranlıkla dinledi. Zaten Rus Madam da Papajorji’den alınan ilk piyano kitabından çocukça şeyler çaldırıyordu.

Münevver eve dönünce, peşkircibaşı babasına piyanoyu anlattı. Uzatmayalım o kadar içten yalvarışlarla istedi ki, sabık peşkircibaşı söz verdi piyano işiyle ilgilenecekti.

Kuledibi esnafını yokladı. İzbe bir dükkânda pinekliyen Sotiri, Abuzittin Efendi’yle konuşup ne aradığını sordu. Sotiri, “Bir haftada senin işini hallederiz.” teminatını verdi. Akşam Galata Meyhanesi’ne uğradı. Gümrükçüler papaz uçuruyorlardı. Sotiri’yi de aralarına aldılar. Demlenmeğe başladılar. Şarkılar da söylediler. O günlerde Dede’nin bir şarkısı, yarı Türkçe yarı Rumca çok rağbetteydi.

“Elado elâdo elâdo
bak benim halime
Ah pupayis.
Galatada todoraki,
Beyolunda vasilaki.

Doldur doldur ver yanaki
Bak benim halime ah pupayis
Elâdo elâdo yakamoz raki.
Sotiri bir punduna getirip sordu:
- Bu günlerda hiç gümrüğe piyano geleor mu?
- Hayır ola Sotiri, piyanoyu ne edecen?
- Bir müşteri var ona satacağım.
- Gümrükte üç aydır iki piyano var. Ama sahipsiz.
- Tamam daha eyi, Siz de kurtulursunuz, biz de bir kaç kuruş kazanırız.

Sotiri allem etti, kallem etti, piyanoların ikisini de aldı. Birini Peşkircibaşına, birini de yüksek kaldırımdaki bir esnafa sattı.

Tabii piyano almakla iş bitmiyor. Münevver’in annesi, eve gelenlere hava atmak için, sandığından çeyiziyle getirdiği, dantelli örtüler çıkardı. Ortasına âletleri yandan görünen “Kâtibim”i çalan pirinç saati yerleştirdi.

Sağ tarafta nota kitapları, sol tarafta da beyaz beyzi şekerlik kondu. İçi Hacıbekir’in badem şekerleri ile dolduruldu.

Eve birisi geldiğinde, şekerlik dikkati çekilecek biçimde piyanonun üstünden alınıyor, misafire ikram ediliyordu.

Bir gün, misafirlerden biri on altı yaşındaki kızıyla geldi. Bu kız biraz piyano çalmasını biliyordu. Israrlara dayanamadı ve piyanonun kapağını açtı.

Tuşların üstünü örten al renkli şalı kaldırdı ve Şetaraban Saz Semaisi’nin bir hanesini bir mülâzimesini çaldı. Arkasından “Hatırla Margarit”i ve Çarliston’un beyoğlu barlarında tornistan edilen:
“garson bira getir
garson bira getir” ini döktürdü. Kızcağız piyano çalarken Münevver’in annesinin yüreğinin yağları eriyordu.” Ya piyanoya birşey olursa?” İhtiyaten Zuhurat Baba’dan aldığı, bütün nazarların kötülüklerini defeden nazarlığı görünme-
yecek bir yere iliştirmişti. Misafir kız ayrılırken
- Bazı sesler bozuk.
- Neresi bozuk, bir hafta evvel paketini biz açtık. Çarın kızı Anastasya için Paris’te yapılan piyano.
- Piyano bozuk demedim ki? Bazı sesler akortsuz.
- Ey ne olacak?
- Rober usta yardımcısıyla gelir halleder.
- Kaç günde bir veriliyor bu akort dediğin?
- Bilmem.
- Bilmediğin şeye niye karışıyorsun?

Aslında münevverin annesi çok kızmıştı. Üç karış boyuyla, Çarın kızına, Paris’te yapılan, piyanoya toz kondurulmasına tahammül edemiyordu. Onu çocuk büyütür gibi okşuyor, tozlarını alıyor, bilhassa cilâlı yerlerde ellerini gezdiriyordu. Bu bakım için değildi, hayatında görmediği, davul zurna ve kavaldan başka çalgı tanımayan bir taşralı için bu âlet kutsaldı. Rus madamla sadrazamın kızı, ne güzel çalıp söylüyorlardı.

frére jacques frére jacques
dormez vous dormez vous
sonnez la matine sonnez la matine
Ding dan donn ding dan don

Kendi kızının da böyle Rus şarkıları söylemesi hoş olmaz mıydı ha? Halbuki şarkı fransızcaydı!.. 

Misafir kızın kızgınlığıyla, piyanonun üstündeki bütün eşya örtü ne varsa çekip indirdi. Eliyle her tarafını sıvazladı. Kör şeytan eli arkada bir yere takıldı.

Akşam Abuzittin gelince, ikisi beraber piyanonun arkasını görecek kadar duvardan uzaklaştırdılar. Üst kapak menteşlerinin birinden başlayan çatlak, beş on santim devam ediyordu. Gümrükte filân acemi hamal ların itiş kakışı sırasında oluşmuştu. Hanım bayılacak gibi oldu. Bir bardak soğuk su içip kendine gelmeğe çalıştı. İlk aklına gelen piyanoyu çalan kız oldu. Ama az sonra çocuğun ön tarafta çalışı gözünün önüne geldi. Kala kala bir ihtimal kalıyordu:

“Piyanoya nazar değmişti.” Zuhurat Baba nazarlığı işe yaramamıştı. Zaten kızcağızın anası çakır gözlüydü.

“Bunların nazarı adam öldürür, ben de gider, Telli Baba’dan nazarlık alırım. Hatta Aya Yorgi’ye gidip Meryem Ana ikonasına mum dikip, nazarlık alırım.”
***


Misafir kızın söylediği Rober usta avadanlıklarıyla ve kalfasıyla “hop” diye arka kapağı kaldırdı. Tuşların üstündeki kapağı da kaldırınca, kasapların kurban keserken hayvanın karnını deşmesi gibi bir manzara ortaya çıktı. Rober çalarken tuşlara bağlı çekiçlerin alttan tellere vurup geri dönmesi, Münevver’in annesi için olağanüstü bir seyirdi.

Rober üç ay sonra tekrar geleceği günün tarihini vererek ayrıldı.

Bu arada Madam Pavloviç’le de görüşüldü. Haftada iki gün ders yapmak üzere anlaştılar. Derslerin birinde münevver hocasıyla şöyle bir konuşma yaptı: 
- Madam “Hatırla Margarit”i ne zaman çalacağım?
- Sen onu nereden bileorsun?
- Bir tanıdığımızın kızı gelmişti o çaldı.
- Ne!? bu piyanoda, Anastasya için hususi yapılan
piyanoda, Alaturka çaldiniz ha?
Annesi söze karıştı.
- Biz çalmadık madam, misafirimizin kızı çaldı.
- No no no! bu piyanoda Alaturka yok. Metot ve etüd çalınır. Borodin, Musorski, Glinka çalınır. Hadi Moskava geceleri, kalinka neyse. Nyet nyet!. Ben ders veremem.
- Aman madam öyle demek istemedi çocuk. Herkes soruyor “E.. ne öğrendin?” çocuk derslerde öğrendiklerinden başka şey bilmiyor. Tın tın... din din.
- Hanımefendi, ben Kiyefde, Granpalasta piyano, Alekseyeviç kilisesinde org çaldim. Ama Varangel ordulariyla canimizi kurtarmak için buralara geleoruz. (Bu arada mendiliyle yaşaran gözlerini sildi ve gürültülü bir şekilde sümkürdü.)
Ev sahibi hayli üzüldü. Bir bardak su, ile bir fincan orta şekerli getirdi. Madam Pavloviç kahvesini içerken, bir taraftan da anlatıyordu.
- Size anlatamam. Kievi, Oryolu, Moskovayı. Rusya bir cennetti. Teatırlar, sirkler, konserler, okullar... Hepsi var idi. Ama bolşevikler hiçbir şeyimiz yok deor. Ah ah. vatan.
- Üzülmeyin Madam. Her şey düzelir. Yine dönersiniz vatanınıza.
- Mümkünatı yok. Bunlar hepisi aç mujik. Karınları doyacak sonra da gözleri doyacak. Yüz sene lâzim. 
- Madam Pavloviç kahvesini içip, içini de boşalttı. Abuzittin Efendinin hazırladığı ders ücreti zarfını da alınca keyiflendi.

***

Gel zaman git zaman, Münevver büyüdü. Önce Sıraselviler’de, sonra Bomonti’de özel okullar açtı. Bu okullarda yalnız kadın öğretmenler vardı. Aynı zaman da okulda çok haşarı, zaptedilemez çocuklar da vardı. Okul idaresi bir karar aldı. Bu haşarı çocukları bir sınıfa topladılar. İlk defa bir otoriter erkek öğretmenle anlaştılar. Bu öğretmen tatlı sert otoritesiyle bunları yola getirmeğe çalışacaktı. Okulun bir ö nşartı vardı. Dayak atmayacaktı. Çeşitli enstrümanları çalabilen bu öğretmen, her çocuğa çalgı öğretti. Çocukları müzikle hizaya soktu. Okul idaresi öğretmenleri birgün evine çaya çağırdı. Çarın kızına yapılıp da, İstanbul’a düşen, Paris yapımı Gavea piyanoyu gördü.