Hilâlin geç doğduğu gecelerden biriydi. Havada akça kadar bile bulut yoktu. Uzak yıldızlar göz kırpıyor, kayan yıldızlar yakınlardaki dağların ardında kayboluyordu. Samanyolu dönmüş dönmüş bir ucu gece ortası öteki başı, gün ortası hizasına gelmişti.

Hilâlin geç doğduğu gecelerden biriydi. Havada akça kadar bile bulut yoktu. Uzak yıldızlar göz kırpıyor, kayan yıldızlar yakınlardaki dağların ardında kayboluyordu. Samanyolu dönmüş dönmüş bir ucu gece ortası öteki başı, gün ortası hizasına gelmişti.

Çinimaçin Hisarı’nda keşik (nöbet) tutan erler, Soğanlı’dan verilen işaretle dikkat kesildiler. Yanan ateş Kaçkar Tepesi’nden verilecek işârete dikkat edilmesini bildiriyordu.  Bir keşikçi koşarak ağasına haber verdi.  Ağa, keşik yerine geldi ve hazırlıklara başladılar.

Nefte bulanmış meş’aleler hazırlandı.  Kaçkar Tepesi’nden bekledikleri işâret gelmeye başladı. "Trabzon Tekfuru sevâhildeki kalelere haber saldı. Hepsi Yedigöller’de toplanacak.  Ve dahi Çinimaçin Hisarı’na baskın verecekler.  Tedbir alasız. ” Ağa meş’ale ile cevap verdi.  “Haber alındı gereği yapılacak.  Gök girsin kızıl çıksın!”

Ağa, Berktoğmuş ile Şirinnaz Bânû’nun uyumakta olduğu otağa vardı. Kapıyı üç kısa iki uzun vuruşla dövdü. Her zaman bir gözü kapalı bir gözü açık uyumaya alışık olan Berktoğmuş Mirza kapıyı vuranın Kale Ağası olduğunu çok mühim haber getirdiği zaman kapıyı bu işâretle dövdüğünü anladı ve ayağa fırladı. Dışarıya çıktı.

- Hayır ola ağa haber iyi mi kötü mü?
- Mirza Soğanlı’dan ve dahi Kaçkar’dan işâret geldi.  Trabzon Tekfuru, Yedi Göller’de toplanırmış, çeri yığarmış.  Bize baskın verme düzeni kurarmış.
- Ya demek öyle?

Gün ışımaya başlarken süvâriler Kaleardı’ndaki düzlükte toplanmaya başlamışlardı bile. Ben diyeyim altı bin, siz diyin yedi bin Türkmen atlısı tabur nizâmında emir beklemeye başladılar.

Gün daha yarım parmak yükselmişti ki, kaleden iki güvercin havalandı. Biri dişi biri erkek olan bu ak güvercinler ‘gece ortası’ menziline yöneldi.  Bu şüphe uyandırıcı idi.

Berktoğmuş Mirza’nın kuşluğundan iki şahin peşlerine salındı.  Fazla uzağa gidemeyen güvercinleri enseleyen şahinler tutsakları geri getirdi. Kuşçu başı güvercinlerin sağ olduğunu, yalnız ayaklarına nâme bağlanmış olduğunu gördü. Nâmeleri çözüp Mirza’ya götürdü. Rum dilinde yazılan nâmeyi kale kâtibi okudu ki ne okuya? Atların sayısı, zahîre ambarlarının miktarı, asker sayısı ve Çoruh’tan su almaya yarayan sulukların yeri, nâmeye dahil edilmişti.

Nâmede ağır bir koku dahi vardı.  Berktoğmuş bu kokudan işkillendi.  Bir yerden tanıdık geliyordu.  Birden zihni aydınlandı.  Bir gece tebdil gezerken, kiliseye de gitmişti. Papaz efendiler, günlük yakarak âyin yapıyorlardı.  İşte nâmeye sinen koku buydu.  Günlük kokusu.  Demek nâmenin çıkış yeri ‘öte geçe’deki kiliseydi?  Berktoğmuş dişlerini sıktı.

”Sizi gidi, İsa Aleyhisselâm’ın yüz karaları. Çaşıtlık ha? Ben sizi doğratıp çalağanlara yedirmez miyim ha?  Nâmertler!”

Berktoğmuş kuşçu başını çağırdı.

- Baka kuşçubaşı o güvercinleri yemle su ver.  İyi bak bize gerekli olacaklar.
- Baş üstüne Mirzam!

Sonra kâtibine döndü.

- İmdi öyle bir nâme yazalım ki çaşıtların dediğinin tersi olsun. Güvercinlere bağlayıp salalım. Biz de tuzağımızı kuralım. Yalnız nâmeler eyi günlük koksun ha! Keh! keh! keh!

Bu esnada Şirinnaz Bânû destur dileyip halvet olmak isteğini beyan etti. Otağa girince:

- Ay Bertoğmuş Mirzam, sabah sabah bu ne keyifdür gülmelerdür. Yoksa Nasrettin Molla mı, kıraat ettin?
- Hayır Bânû yarın Tekfur’un düşeceği tuzağı gözümün önüne getiririm de ondan gülerim.
- Ne Tekfuru ne tuzağı?

Bertoğmuş Şirinnaz Bânû’ya olanı biteni hikâye etti.

- Ya demek Tekfur cesaretlendi.  Hemen kırk ince kızı toplarım.
- Hele sabırlı olasın Bânû . 
- Ne sabrı Mirza? Evlendik, çocuk sahibi olduk diye, sadağımızı duvara mı asacağız?  Dünyada olmaz.
Dedi ve çıktı.

Yalnız kalan Berktoğmuş karşılaştıkları ilk günü hatırladı. Nasıl derdest edilip kaleye hapsedildiğini düşündü. Şirinnaz Bânû’nun nasıl savaştığını zihninden geçirdi. Kendi kendine söylendi.

“Nasılmış Berktoğmuş sen dişi aslanın daha tehlikeli olduğunu öğrenemedin mi?”

Çinimaçin Hisarı’ndan nazar götürüp biraz da Tekfur’un cânibinden dem vuralım.

Tekfur Nikifor, çadırının önüne kurdurduğu tahtta, asker değil de süsler içinde oturan saray hokkabazlarına benziyordu. On parmağı kıymetli taşlarla süslü yüzüklerle kaplıydı.  Kafasında yarım batman ağırlığında başlık vardı.  Zırhı savaşçı zırhından ziyâde, kuyumcu dükkânına benzemekteydi.  Bir Rum kızının uzattığı altın üstüne mücevher işlemeli kupadan şarap yudumluyordu.  Kim bilir belki de korkusunu şarapla bastırmak istiyordu.

Derken nöbetçiler Nikifor’un kuşçusunu, elinde tuttuğu iki güvercinle tahtın önüne getirdiler. Eliyle nâmeleri çıkarıp getirmesini işâret etti. Nâmeyi okudukça keyiflendi. Kupayı sonuna kadar kafasına dikti. Gürledi.  “Vire şarap!” hemen kupası dolduruldu.

Bu gâvur milletinin anlaşılmayan bir tarafı vardı.  Keyiflenince azıtıp kudururlar. Sanki onları kan tutar. Nikifor’a da öyle oldu. Yeniden gürledi. “Bu sabah yakaladığınız tutsağı buraya getirin!” İşkenceden aksakalları kana bulanmış ancak kollarına girenlerin desteği ile yürüyebilen bir yaşlı Türkmen’i getirdiler.  Nikifor bir kupa şarap daha yuvarladıktan sonra haykırdı.  “Cellâtbaşı derisini yüz!” Cellât işini görürken Türkmen duyduğu müthiş acıyı düşmana gülünç olmamak için belli etmedi.  Hafif inilti şeklinde Kelime-i Şehâdet getirdi.  Kuşça canı uçmağa vardı. Rûhunu teslim etti.  Bu sabır ve metânet kâfiri iyice çileden çıkardı.  Elindeki şarap kupasını şarapçının kafasına çaldı.  Zavallının da kafası kırıldı yüzü gözü kan içinde kaldı.

Şehitlik bâdesini nûş eden Aktemür Dede, Rum askerinin içinde yakalanmıştı. Her ne kadar Rum dilini iyi konuşuyorsa da; yaylana yaylana, kırıtmadan yürümesi, Rum oğlanlarına benzemeyen erkek tavırları onu ele vermişti. Daha kötüsü Bayburt Hisarı’nda mahpus kalıp sonra azâd edilen Rum’un biri onu tanımış, yakalanmasına sebep olmuştu.  Elini, ayağını kaynar suda haşlamışlar tırnaklarını ve dişlerini teker teker sökmüşler ama ağzından tek lâf koparamamışlardı. Bu yetmezmiş gibi sökülen ve ağzına dolan kanlı dişlerini sorgucu Rum’un suratına tükürmüştü.

Aktemür Dede’nin ruhu Uçmağa varır iken kuş sütü kuru üzümle beslediği bir çift gök güvercini, Akça Kukul ve Gökçe Kukul çoktan Çinimaçin Hisarı’na varmıştı.  Bu güvercinler, sadece konuşmasını bilmezlerdi.  İnsan evlâdı gibi sâdık ve akıllı idiler.  Aktemür Dede’yi hiçbir zaman yalnız bırakmazlardı.  Bayburt Hisarı ile Müşengesi yaylağı arasında haber getirir götürürlerdi.  Zira bu yaylak Tekfur’un memleketinin yanı başı idi.  Aktemür Dede’nin yaptığı keçi peynirlerini koyun yağlarını ve sağdığı çam balını almaya gelen Rum müşterileri de vardı.  Topladığı dişe dokunur haberleri hemen Hisar’a aktarırdı.  Tebdil giyinip Rumların arasına da karışırdı.  Ama bu sabah felek kanına ekmek doğramıştı.

Akça Kukul ile Gökçe Kukul’un getirdiği nâmeler Berktoğmuş’u ziyâdesiyle memnun etti.

Düşman askeri akşama kadar Soğanlı’nın Hisar’dan görünmeyen tarafına yığıldı.  Ellerine geçen nâmeyi papazların gönderdiği nâme sandıklarından orada yazılanlara uyuyorlardı.

“Alessabah Çoruh’un iki yanından gelin.  Oradan hücum edin.  Kaledekiler Aslan Dağı’ndan geleceğinizi zannederler.  Çerilerini oraya yollarlar. Siz de baskını rahat yapar armut gibi devşirirsiniz. ”

Akşam olunca Nikifor bir gözcü takımı çıkardı. Türkmen askerinin yaktığı binlerce ateşi gördüler. Halbuki dağda kimse yoktu.  On Türkmen bütün geven toplarını tutuşturmuştu.  Uzaktan bakanlar ordugâh sansınlar diye! Gözcüler Nikifor’a tekmil verdiler. O da keyfinden şarap küpünün dibine düştü.

Gelelim Çinimaçin Hisarı’na. Berktoğmuş Mirza, Süratle toplanan kuvvetlerin onbaşı yüzbaşı tümenbaşı ve dahi kolbaşılarını meşveret için çağırdı.  Tedbirleri anlattı.  Kimin nerede ve nasıl hareket edeceğini karara bağladılar. Emri alan dokuz kez diz vurarak ve dahi “Gök girsin kızıl çıksın” kutsal andını içerek erlerinin başına gittiler.

Şafakla beraber düşman askeri ovaya inmeye başladı. Bağırmalar küfürler, haykırmalar üç menzil öteden duyuluyordu. Türkmen askerinde ise çıt çıkmıyordu.  Atlar bile kişnemelerini saklamaktaydı. Nikifor’un kuvvetleri ovaya girdi ve iki kola ayrıldı.  Biri Çoruh’un sağına biri de soluna geçti.  Kaleye doğru yol almaya başladılar.  Ekin zamanı olduğu için biçilen saplar, aralıklarla tarlalarda güneşe bırakılmıştı.  Yamaçlardaki ağaçlıklar da bomboş ve sessiz görünüyordu.  Ses olsa da kendi patırdılarından bir şey duymaları imkânsızdı.

Nikifor’un başıbozuk askeri Çoruh’un iki yanından ilerledi.  Sonunda ‘Boğazlar’ denen dar yere geldi.  Birden havada yüzlerce ok vınlaması duyuldu.  Ekin yığınlarının içine saklanan Türkmen okçular arkadan, ağaçlıklarda saklanan süvariler de yanlardan kargı yağdırmaya başladı. İki yandaki Nikifor askeri Çoruh’a devrilmeye başladı. Önlerini de Berktoğmuş’un kırk yiğidi ve seçme sapancılar tutmuştu.  Savaş iki saatte bitti.  Ölen öldü.  Yalınayak başı kabak tutsaklar kale zindanlarına tıkıldı. Tekfur’un askeri kırılmıştı amma kendisinin ne ölüsü ne de dirisi ortada yoktu.

Şirinnaz Bânû kırk ince kızını toplamış silâhlanmış ve her zaman mekân tuttuğu Çifte Kuyu mağaralarına çıkmıştı. Buradan savaşı seyretmiş her şeyi görmüştü.  Nikifor’un savaşı bırakıp, kuru dere yatağından sıvıştığını da görmüştü.  Yanında bir avuç er kalmıştı. Tam dağı aşacaklardı ki kırk ince kız etraflarını çevirdi.  Nikifor giyimlerine aldanarak onları delikanlı savaşçılar zannetti.  Şirinnaz Bânû haykırdı.

- Atlarınızdan inin!

Hepsi atlarından indiler. Bir ince kız yanlarına geldi. Silâhlarını aldı. Ellerini birbirine deve kervanı usulü bağladı. Sonra Berktoğmuş’a Nikiforun yeri bildirildi ki, gelip tutsakları alalar. Bir bölük süvari yaklaşırken Şirinnaz Bânû kırk ince kızını alarak tozu dumana kattı.  Kayboldular. 
Süvariler, Nikiforu huzura getirdiler.  Nikifor uğunup dururdu “Beni bir avuç yeni yetme tutsak etti. Kimdir bunlar?”

Yasavul başı, biraz daha söyletti.  Tariflerini aldığı bu savaşçıları Berktoğmuş’a bildirdi.  Berktoğmuş, bıyık altından gülmeye başladı.

“Yasavulbaşı Nikifor’a de ki, o yeni yetme sandığı savaşçılar, evdeşim Şirinnaz Bânû’nun kırk ince kızıdır.” Yasavulbaşı bu sözleri tercüme edince Tekfur başında saç komadı yoldu.  “Beni hem de hâtunlar mı tutsak etti?  Çabuk beni oklayın.  Ölmek daha yeğdir.
” Dedi bir uzun süre uğundu durdu.

Şirinnaz Bânû kaleye döner dönmez kırk ince kızını başına topladı.

“Kızlar savaş bitti. Haydin herfene edek.  Sarıca Kızı da çağırın kopuz çalsın.  Gündoğusu burcunda toplanın”

Kırk ince kız savaş kıyafetlerini çıkardılar.  Bayramlıklarını giyindiler. Gözlemeler pişti, keşkek karıldı. Borani, galacoş tepsileri havada uçtu. Elma ve ayva tatlıları, erik gasefesi, üzüm hoşafı, yer sofralarına boy boy dizildi. Sarıca Kız bu günkü savaşı kopuz çalarak bir daha hikâye etti. Daha sonra bir Bayburt türküsüne uyarak bar tuttular.

Kavurma koydum tasa,
Doldurdum basa basa,
Menim yârim pek şirin
Azacuh boydan gıssa.

Bayburd’un eğmeleri,
Begenmem değmeleri.
Yârim işlik tiktirmiş,
Men olam düğmeleri.

Savaş bitip her şey yerli yerine oturmuştu. Lâkin Akça Kukul ile Gökçe Kukul sırra kadem bastılar. Aranmadık yer kalmadı. Güvercinler ortadan sır olmuştu. Kuşçubaşı onları pek merak etmişti. Yanına iki atlı daha alıp Mişengesi yaylağına çıktı.  Aktemür Dede’nin kulübesi virâne olmuştu. Aşağılarda bir taş yığını gördüler.  Oraya varınca yığının bir mezar olduğu anlaşıldı. Mezarın ayak ucunda birbirine sarmaş dolaş yumak olmuş, tüy yığını dururdu. Akça Kukul ile Gökçe Kukul öte dünyada da Aktemür Dede’yi yalnız koymak istememişlerdi. Onları da ayak ucuna gömdüler. Tam ayrılacaklardı ki Kuşçubaşı bir çift güvercin yumurtası buldu.  Özenle heybesine yerleştirdi. Hisar’a döner dönmez kuluçka yatan güvercinin altına koydu. Yumurtalardan biri dişi biri erkek iki yavru çıktı. Akça Kukul ile Gökçe Kukul’un ‘hık’ demiş gagasından düşmüşlerdi sanki?  Ana ve babalarının isimleri verildi. Özenle yetiştirildi. Palazlandıkları zaman uçma tâlimleri arasında Müşengesi’ye kadar uçuyorlar, Aktemür Dede ile ana babalarının yattığı mezarı şöyle bir kolaçan edip geliyorlardı. Hatta bazıları bu güvercinler için;

“Güvercin sûretinde görünen kırklara karışmış mübârekler”

Hükmünü yürütüyordu...
Hânım Heyy!..

(*) Satrançnâme.  Sayfa 15-22

Haziran 2011