“Türklerin Kılıç Zoruyla Müslüman Oldukları” görüşü yaygındır. Türkiye’de bu konuda yayınlanmış kitaplar ve bu kitaplar kaynak gösterilerek yazılmış makaleler son zamanlarda çoğalmıştır.

Hemen en baştan söyleyeyim ki bu görüşün tarihi gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Tam tersine, Türkler Müslümanlık adı altında kılıçla ve kılıcın arkasındaki talanla ve zulümle karşılaşmasalardı çok daha önceden Müslüman olurlardı.

Emevi Devleti’nin hükümdarı Abdülmelik (705-715) Irak Valisi olarak Haccac bin Yusuf’u görevlendirmişti. Haccac’ın görevlendirdiği Kuteybe bin Müslim ise Horasan Valisi olarak Maveraünnehri yani Ceyhun ötesi Türk yurtlarını istila etti. Büyük Türk toplulukları işte bu Kuteybe ve takipçilerinin tutum ve davranışlarından Müslümanlık hakkında bilgilendiler.

Kuteybe 705 yılında vali oldu. Nehrin ötesinde yani Ceyhun’un doğusunda Türk boyları dağınık ve birbirlerine rakip devletler halinde yaşıyorlardı. Bu durumdan yararlanan Kuteybe başta Buhara ve Semerkant olmak üzere Orta Asya’yı istila etti. 715 yılında Kaşkar’a kadar kuvvetlerini göndermeye başlayacak kadar işgal alanını genişletmişti.

Peki Orta Asya Türklerinin yoğun bir şekilde Müslüman olmaları ne zaman olmuştur. Karahanlı Hükümdarı olan Abdülkerim Satuk Buğra zamanında… Tarih kesin olmamakla birlikte 920 yılı civarında… Arada ne kadar zaman vardır: 200 yıl…

Kuteybe’nin keskin kılıcı Türkleri ancak iki yüz yılda mı Müslüman yapabilmiştir. Böyle bir iddianın akıl ve mantıkla bağdaşması mümkün müdür?

Tarihi gerçek şudur ki: Kuteybe ve arkasından gelenlerin Türkleri Müslüman yapmak gibi bir dertleri yoktur. Onlar, ülkeleri işgal etmek; oraları yağmalamak, kendilerini görevlendiren hükümdarlarına bol ganimetler ve sürekli zenginlikler göndermek derdindedirler. Müslüman olanlardan haraç ve cizye adı altında vergi alınamayacağı için Kuteybe ve takipçileri Türklerin Müslüman olmalarını istememişlerdir.
Zulümden kurtulabilmek amacıyla Müslüman olmuş gibi yapan bazı Türk toplulukları da yağmalanmaktan ve ağır vergilerden kurtulamamışlardır.

Çünkü işin esasında Emevilerin Müslümanlığa hizmet gibi bir kaygıları yoktur. Onlar Müslümanlık dahil her şeyi saltanatları için kullanan kabileci ve ırkçı bir devlet kurmuşlardır. Muaviye’nin oğlu Yezit’in Müslüman olmadığı tarihten bilinir. Onun oğlu 2.Muaviye’nin babasının ve dedesinin zulümlerini onaylamadığı ve üç ay sonra hükümdarlıktan ayrılıp öldüğü (veya öldürüldüğü) anda ise Muaviye soyu kesilmiş ve yine aynı kabileler (Ümeyye Oğulları) Mervan ve sonra da oğulları, Emevi saltanatını sürdürmüşlerdir. 717-720 yılları arasında hükümdar olan Ömer bin Abdülaziz ise Emeviler içinde bir istisnadır.

Bu Ömer Emevi soyundan değildir. Abdülmelik’in damadı olduğu için hükümdar oldu. İyi yetişmiş ve gerçekten dindar bir insandı. Camilerde Ehli Beyt’e hakaret adetini kaldırdı. Zulüm yerine adalet getirme çabası içinde oldu. Müslüman olanlardan haraç ve cizye alınmasına son verdi. Onun zamanında Kuteybe’nin zulümlerinden ötürü Müslümanlıktan nefret eden Orta Asya halkı arasında Müslümanlığa karşı bir eğilim oldu.

Ancak onun ölümünden sonra yerine geçen 2. Yezit bin Abdülmelik’ten başlayarak yeniden Emevi zulmü sürdü gitti.

***

Türklerin büyük topluluklar halinde Müslümanlaşması 9. yüzyılın başında gerçekleşti. Tarihler o günlerde Orta Asya Türkleri arasında 200.000 çadır halkının Müslüman olduğunu yazıyor. Peki ne olmuştur o günlerde?

Bu bahiste değerli bilgin Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün “Hallâc-ı Mansûr ve Eseri” adlı kitabından alıntılar yapmak isterim.

(Sahife 72 ve devamı) “Louis Gardet bu yolculukları (Mansûr’un Türk ve Hint İllerinde yolculukları)” değerlendirirken şöyle diyor: “Hinduları ve Türkleri İslâm’a sokmaya çalışan ilk Müslüman, Hallac’dır. Hallâc 5 yıllık bir süreyi Türk illerini dolaşıp Türk insanının bağlı olduğu imana kazandırma faaliyeti sergilemiştir. Massignon’ın dikkat çektiği gibi, Hallâc, Türklerle çok erken zamanlardan itibaren ilgilenmiştir. Bu ırk onun daha ilk zamanlarda dikkatini çekmiştir. Onun tahsil ve faaliyet merkezi olan Basra ve Vasıt’ta Müslümanlaşmış Türkler vardı. Hallâc’ın 281 den itibaren Bağdat’da dostluk kurduğu Şibli, Halife Mutasım’ın koruma görevini üstlenen Türk grubun çocuklarındandı. Hallâc Türk ırkının İslâm’a girmesini hazırlayan bir numaralı misyonun sahibi olmanın yanında bu ırkın Müslümanlığı tasavvuf penceresinden seyretmesinin de tartışmasız lideridir. O, patika yolları yıllarca adımlayarak, ribat ribat dolaşarak bu ırkın Kur’an dinine kazandırılması için âdeta kozmik bir hizmet verdi. Ve başarılı oldu.”

Evet… Öztürk’ün görüşleri böyle… Biz de bu görüşlere katılıyoruz. Mansûr’un Hallâc değil, Halac Türklerinden olduğunu da ekleyerek… Bugün de İran’da Beyza şehri çevresinde Halacların yaşadığı ve Mansûr’un Beyza’da Tur adlı kasabada doğup büyüdüğünü de hatırlatarak… Bu arada Ceyhun nehri tarihte Türk ve İran devletlerinin tabii sınırı sayılmakla birlikte; İran devletlerinde birçok Türk boyunun, Türk devletlerinde de Fars topluluklarının tarihte de bugün olduğu gibi yaşaya geldiklerini de hatırlatalım. Hatta zaman zaman İran’ı Türk Hakanlarının yönettiklerini Turanda da Fars hükümdarların hüküm sürdüğünü de hatırlamalıyız.

Bizim konumuz Türklerin Müslümanlaşması ve Ahmet Yesevi… Mansûr’dan başladık Ahmet Yesevi’nin Mansûr’la ilgili görüşleriyle konumuzu sürdürelim:

Mansûr bir gün ağladı… Allah’ına yalvarıp… Yürür O’nun aşkında… Gece gündüz sararıp…
Mansûr dedi: “Enel Hakk”… Erenler için doğru… Mollalar der: “Yanlıştır”… Gönlüne kötü alıp…
“Söyleme Enel Hakk’ı; kafir oldun Mansûr”der… “Kur’an içre budur” deyip, öldürdüler taşlayıp…
Bilmediler mollalar, Enel Hakk’ın manasın… Kâl ehline hâl ilmin Hakk görmedi münasip…
Rivayetler yazıldı. O’nun halin bilinmedi. Mansûr gibi evliya!... Koydular dâra asıp…
“Sapıtmış” der mollalar. Şeyh Mansûr öldürüldü. Kafir diye öldürdü üç yüz molla taşlayıp…
Tevbe kıl Hoca Ahmet… olur Hakk’dan inâyet… Yüz bin evliya geçti, sırrı sırra ulaşıp…

Onuncu yüzyılın başında Mansûr ve yüzlerce müridinin ve elbette benzeri şeyhlerin etkileriyle Türkler arasında Müslümanlık yaygınlaştı ve Satuk Buğra bey Müslüman olup Abdülkerim adını da alarak Karahanlı soyunun kurucu Hakan’ı oldu. Karahanlı Devleti Müslüman Türklerin ilk parlak devri oldu: Kaşkarlı Mahmud Divanı Lügatüt Türk’ünü, Yusuf Has Hacip Kutatgu Bilig’ini, Yüğneki Atabetül Hakayık’ını o devirde yazdı. Türklük bilinci yüksekti ve Müslüman dünya’ya o yükseklikten bakılıyordu. Kim bilir daha ne eserler yazıldı ama günümüze intikal etmedi.

***

Müslümanlaşma 10 yüzyılın başında yoğun olarak başladı ve Mansûr yolundan yürüyenlerin büyük etkisiyle sürdü gitti, 12. yüzyıla gelindiğinde ise hala Türklerin çoğu Müslüman olmamıştı. Devir Selçuklu devriydi. Karahanlılar da Selçuklu nüfuzuna girmişti. Orta Asya ve İran’da Büyük Selçuklular, Anadolu’da Anadolu Selçukluları, Suriye’de Suriye Selçukluları…

Selçukluların örnek aldıkları devlet Samaniler di, Fars kültürüne dayalı ve uygarlıkta ileri bir devlet… İbni Sina’yı, Firdevsi’yi yetiştiren iklim. Selçuklularda büyük vezir Nizam’ın kurduğu Nizamiye medreselerinin dili Farsça idi. Bunun da etkisiyle Türkçe dışlanan bir dil oldu. Resmi dil, edebiyat dili ve ilim dili Arapçayla birlikte Farsça oldu. Selçuklu alanlarında ve dışarıda yaşayan birçok Türk ise hala Hıristiyan, Musevi, Maniheist, Zerdüşt, Buda dinlerindeydi. Baksılığı (Kamlık, Şamanizm) din halinde yaşayanlar ve en eski Türk Dini olan “Gök Tanrı” dinine bağlı olanlar da vardı.

Burada belirtmeliyiz ki Türklerin en eski dinleri GÖK TANRI dinidir. Yeri, göğü ve insanı yaratan TEK TANRI ya inanır ona yakarır ve ondan yakınırlardı Türkler… BİR TANRI diyerek… On ikinci yüzyıldaki büyük İslâmlaşmalardan ötürü Süryani Tarihçi Mihail “Türkler zaten TEK TANRI’ya inanırlardı. O yüzden Müslümanlaşmaları kolay oldu diyor.”  Kolay olmadı… Olabilirdi eğer, Kuteybe yerine Mansûr’la ya da Ahmet Yesevi ile karşılaşsalardı. Ahmet Yesevi 12. yüzyılda yaşadı. Bence 13. yüzyılın ilk çeyreğini de gördü. 126 yıl ömür sürdü. Binlerce öğretmen yetiştirdi. Türk Dünyasının her yerine gönderdi. Onlar gittikleri yerlerde Ahmet Yesevi hikmetlerini, saz, kopuz, rebab eşliğinde söylediler. Gittikleri yerlerde öncelikle insanlara yararlı işler yapmayı amaçladılar. Boş arazileri sulu hale getirip insanların hizmetine verdiler.

Issız dağ yollarında emniyeti sağlayarak karakollar kurdular. Çiftçiye, esnafa üretimde rehberlik ettiler. İnsanlara insanlığı öğrettiler. Türkçe öğrettiler. Türkçeyi dirilttiler. Müslüman olmayanlarda Müslümanlığı yaydılar. Müslümanlara derin Müslümanlığı öğrettiler. Farslaşmış ve yozlaşmış Anadolu Selçuklularından sonra ortaya çıkan Osmanlı Devletinin gerçek kurucuları Yesevi yolcularıdır. Yunus Emre o yoldandır. Hacı Bektaş Veli ise Yeseviliğin Diyar-ı Rum da ki yeri Anadolu ve Balkanlardaki temsilcisi. Hatırlamalıyız ki Osmanlı’nın resmi nizami ve sürekli ordusu olan Yeniçerilerin resmi tarikatı Bektaşiliktir. Bakınız Yeniçeri Bayrağındaki yazıya: “Hacı Bektaşı Veli’nin bindiği cansız duvar Hazharı nuri Ali’dendir ona ol yadigar… Nare-i Dül dül ederdi arşı alada karar… Şad hazare bin kafiri bir narada etti şikar… Dedi arslanım Ali’dir kudretine girdikar… Lâ Feta illa Ali, La seyfe illa Zülfikar”

Selçuklu’yu Cengiz orduları yendiler ve yeryüzünden sildiler ama altından doğan yepyeni ruha yenildiler. O ruh Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiklerinin ruhu’ydu. O ruh Cengiz oğullarını da Müslüman ve Türk eyledi.

Altınordu Hanı Berke’yi, başkumandanı Nogay’ı Müslüman yapan Sarı Saltuk Bir Yesevilik öğretmeni idi. Yani mürşidi… Özbek Hanı Müslüman yapan Tüklü Baba… O da aynı yolun babalarından… Asırlar içinde Yesevi yolu dallandı, budaklandı, yeni yeni yollara ayrıldı. Türklerin ve çevre halkların Müslümanlık dinine ulaşmasını sağladı. Arnavutlar da, Boşnaklar da, Torveçler de bu yılda Müslüman oldular.

Ahmet Yesevi Tanrı’ya Aşk, İnsan’a Sevgi ve Yardım, Samimi Dindarlık, Başka İnançlara Hoşgörü, Kadına Saygı, Emeğe Değerini Vermek ve Bilimi İşlerin Temeli Yapmak anlamında Dosdoğru Müslümanlığı anlatmıştı.

Bu Kuran’ın ve Elçinin anlattığı Müslümanlıktı.

Bugün de bize bu gerekli.