Türkiye’nin bir yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü “çözüm süreci” diye ifade edilen stratejiyle “terör örgütünün” susturması, bu süre içinde kan dökülmemesi, her şeyin üstünde takdir edilmesi gereken bir durumdur.
Buna rağmen, bu işten memnun olmayanların, hatta terörün devam etmesini isteyenlerin, önceleri Kandil’e taşınıp “yazık ediyorsunuz, bunca mücadeleden sonra durmak size yakışır mı” veya “yakında geri dönmeniz gerekir, ne isterseniz isteyin hiçbir şey vermeyecekler” ya da “önce özerklik isteyin, hatta ayrı bir devlet talep edip kolayca özerkliği elde edebilirsiniz, ondan sonra da bu özerk bölgede bağımsızlık için savaşmak daha kolay olur” türünden terör örgütüne akıl verip Türkiye’ye dönünce “Kandil her an çatışmaya dönebilir, Kandil savaşa hazırlanıyor” diyerek “barış korkusundan” içine girdikleri moral bozukluğundan çıkma çabalarının, bir türlü sonu gelmiyor.
Şimdi moda “Rojova Devrimi” söylemi. Kandil’den ümidi kesenler şimdi buraya koşmaktadırlar. “Rojova Devrimi başladı, PKK’nın durması ayıp oluyor” seviyesizliğindeki bu edebiyatı yapanlar, “Suriye’deki Kürtleri adam yerine koymayıp” onlara kimlik-nüfus cüzdanı dahi vermeyen Baas rejiminin maşa olarak kullandığı, Suriye Kürtlerini katledip susturmak üzere cinayetler işlettiği “bir örgüt nasıl devrim yapar” diye sormazlar.
Türkiye’nin barışı
Suriye’de Stalinist bir örgütlenmeyle, kapalı-militer geri bir anlayışla işleyen, terör ve ölüm kusan bir şebekeden “devrim bekleyen zihniyet”, vaktiyle Türkiye’de askeri cuntalarla işbirliği yapıp, darbe yoluyla “Sosyalist devrim” adı altında iktidar olmaya heveslenen eski “Türk Baasçıları” neyin peşindedir dersiniz?
Onlar, Türkiye demokratikleştikçe, başta terör olmak üzere, devletin kendi inanlarıyla birlikte, sorunlarını çözmeye doğru attığı her adımdan rahatsız olmaktadırlar. Çünkü onlar “demokrasi” kelimesini utanmadan sık sık kullansalar da, ondan da ona sahip çıkan “halktan da nefret etmektedirler”. Cumhuriyetin seçkinleri arasında yer alıp, ideolojik-politik ayrıcalıklarından konum edinip, söz söyleyecek, yazıp çizecek pozisyonlar elde etmelerine rağmen, demokrasi sayesinde “cahil-dindar-Batılı olmayan halkın” kendi ideolojik iktidarlarının altını oyması, onları çileden çıkartmaya yetmektedir.
Yeryüzünde kendi halkından bu kadar korkan ve nefret eden, ona karşı böyle bir kin besleyen, başka bir “aydın takımı” var mıdır diye sormuyorum. Sömürge ülkelerinin yönetimleri etrafında, bu tür “sömürge aydınlarının varlığı” bilinen bir şeydir. Sorun bizim bu aydınlar zümresinin bir kısmının nasıl bu kadar kendi halklarına düşman olmalarında, sömürge aydınlarıyla aynı hassasiyetleri paylaşır hale gelmelerindedir.
Demokrasi olmadan asla
Burada, onlara çok mutlu olmayacakları iki hususu hatırlatmakta fayda var: Birincisi, Türkiye demokratikleşme sürecinde artık geriye dönülmez bir aşamaya gelmiştir.
Bu gidişatı geri çevirmek, bütün demokrasi karşıtları bir araya gelse de, mümkün değildir. Çünkü demokratikleşmenin aktörleri tarih sahnesine çıkmışlardır. İkincisi; artık “terörün geri dönüşü” diye bir şeyin olması gün geçtikçe imkânsızlaşmaktadır. Çünkü Türkiye’nin Kürtleri kansız, gözyaşsız bir yılı yaşadıktan sonra demokrasi sayesinde yaşadıklarını, barışın kıymetini Türkiye’nin “eski elitlerinden” daha iyi anlamaktadırlar.
Bir anlamda “Devrimci Rojova’da yaşamaktansa demokratikleşen Türkiye’de yaşamanın” ne anlama geldiğini, kendilerine akıl verenlerden daha iyi bildiklerini düşünüyorum. Türkiye’nin başarısından korkanların, sığınacak liman olarak Suriye’deki katilleri görmeleri, onlarda “devrimci romantizm” tatmini aramaları, aslında bir tükenmişlik, bir “zihinsel sefalet” halinden başka bir şeyi ifade etmemektedir.