“Hiç bilmediği bu yolları, sanki geç kalmışçasına bir duyguyla tanıyıp tanıyıp uzaklaşıyor; yeni tanıştığı bu diyarları uzaktan uzaktan süzüp ‘yine görüşeceğiz’ dercesine, sıcak tebessümlerle geride bırakıyordu. Kendisini yol kenarındaki ağaçlarda ikindi rüzgarıyla müjdeleyen akşam, gerektiği gibi renk değişimini işinin erbabı bir ustalıkla gerçekleştirip kendi dünyasındaki oyunlarına dönünce, o da ancak bir çocuğu anımsatan otobüsün camındaki kocaman yansımasına döndü.

“Hiç bilmediği bu yolları, sanki geç kalmışçasına bir duyguyla tanıyıp tanıyıp uzaklaşıyor; yeni tanıştığı bu diyarları uzaktan uzaktan süzüp ‘yine görüşeceğiz’ dercesine, sıcak tebessümlerle geride bırakıyordu. Kendisini yol kenarındaki ağaçlarda ikindi rüzgarıyla müjdeleyen akşam, gerektiği gibi renk değişimini işinin erbabı bir ustalıkla gerçekleştirip kendi dünyasındaki oyunlarına dönünce, o da ancak bir çocuğu anımsatan otobüsün camındaki kocaman yansımasına döndü.



Uykuya hazırlanan ya da akşam neşesine dalan belli belirsiz ışıklı diyarlar, çocuk görüntüsünün masumluğu yanında daha bir gerçek duruyordu. Arkada belirip belirip kaybolan bu fon, ara sıra değişip, gerçekle hayal arasında belirlenemeyen bir hızla renkli mi renkli koca bir İSTANBUL oluyordu! Kiminde vapurlara simit atıyor, kiminde bir sabah vakti Üsküdar’da simitleri kendisi ısırıyordu. Tam da büyüklerinin delikanlılık günlerinden kalma anlattıkları anılar gibi; bir de bunların arkasına bugüne kadar gördüğü fotoğrafları, televizyonda izlediği görüntüleri canlandırıp koydu mu değmeyin keyfine: Otobüsün camında adeta kendi hazırlayıp sunduğu kaliteli bir İSTANBUL belgeseli izliyordu!.. Az dili dönse, ağzı laf yapsa, diğer yolcuların garip bakışlarına da aldırmayıp; hani o bazen taklit etmeye çalıştığı ses tonuyla, aynen televizyondaki görünmeyen o adam gibi, başlayacaktı gördüklerini anlatmaya!... Aklına İSTANBUL fikrini yerleştirdiğinden beri, bütün anlatılanlar, bütün duydukları bir bir sıraya giriyordu: Galata Köprüsü’nde balık avlayacak, Tünel’den Beyoğlu’na çıkıp yeni arkadaşlarla tanışıncaya kadar yakaladığı balıklarla İstiklal’i dolaşacak, Taksim meydanında şipşakçılara aynen babası gibi gülümseyerek bakacaktı. Bir türlü ezberleyemediği o yedi tepeyi her neredeyse bulup tıpkı kendi çocukluğunun geçtiği Duduzar’a, Kop’a, Zigana’ya tırmandığı gibi tırmanacaktı. Koca İstanbul’un tepeleri de şanlı Kop kadar ihtişamlı olacağından içten içe zorlanacağını düşünüyor ama yine de tepeleri yarı yolda bırakıp dönmeyeceğine dair kendi kendine söz veriyordu...”



İstanbul yolculuğuna çıkan bir gencin fantastik hayallerini anlattığım hikaye, yukarda ki cümlelerle başlıyordu.



Artık kendi başına bir ülke olan; kendine has sorunları, kendisi çözmesi gereken dertleri olan İstanbul, ekonomik şartların getirdiği yeni görüntüleri de yanı başında barındırıyor. Sokak çocuklarını, düşkünleri, hayata küsmüşleri yıllardır en güzel ninnilerle uyutan bu şehir artık çalışan kesimin de geceleri üstünü örtüyor.



Bütün bir sahil boyu ve meydanlarda; bin bir umut ve ümitle ekmek parası için İstanbul’a gelmiş insan gücü açığını kapatan ya da insan gücü fazlalığını oluşturan bu kalabalık, kazandığı parayla pansiyonda kalmaya dahi cesaret edemediğinden ya da yetmediğinden sokaklarda yatıyor.



Kumaş pantolonları, gömlekleri, yorgun bedenleri ve kendilerine özgü hayalleriyle bu insanlar, gecenin acımasız çiğine aldırış etmeksizin sabahın dost güneşine kadar sabredip, İstanbul’da ve hayatta bir günü daha geride bırakmanın hüznü ve belki de neşesine bırakıyorlar kendilerini!..



***



Aralarında Bayburtlu aramaya gerek yoktu, çünkü ben vardım! Ama misal Niğdeli Zafer, Aksaray’da öğle yemeğiyle birlikte on beş milyon yevmiyeye çalışıyordu, Van’dan kopup gelmiş Necati Bakırköy’de daimi pazarda günlük yirmi milyona, Erzurumlu Hayrettin de Kapalı Çarşı’da hamallık yaparak şansını zorluyordu!



“Aldığını da pansiyona ya da köhne bir otele versen, sabah akşam ne yaparsın?”  Hepsinin de ortak bakış açısı bu noktada birleşiyor ve “Bu hep böyle devam etmez” diyorlar: “Memlekete döneceğiz”.



Kimi buradaki yakınından darbe yediğini, kimi insanlık diye bir kavramın artık olmadığını anlatıyor, kimi de her şeye rağmen bir şeylerin yola gireceğinden umutla konuşuyor. Sevgili Turgut Engin ile fotoğraf çektiğimiz gecenin bir öncesinde muhabbetlerine tanık oluyoruz bir kaçının… Hayatlarındaki her türlü olumsuzluğa rağmen onlar da her şeyi yolunda giden insanlar gibi Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı tartışıyorlar; siyasi arena için yorumlar yapıyorlar; Bahçeli’den, Tayyip’ten bahsediyorlar. Bir sonraki gün sabahın ilk ışıklarıyla birlikte de, uykularında yakalıyoruz onları, önceki akşamdan girdiğimiz şirin iddialar bir tarafa, verdiğimiz söz dahilinde basıyoruz deklanşöre, yüzleri görünmemecesine ve uykularını bölmeden sessizcesine...



Dünya edebiyatı bu manzaraları kullanarak daima milyonların beğenisini kazandı. Gelinen bu konumda yine onları kullanarak, daim alışkanlıklar gibi olayı daha fazla ajite etmeye gerek yok.



Dağlara, bayırlara çılgınlık adına tırmanıp, haftalarca dışarlarda yatanlara bu memlekette kimi entellektüel, kimi macerasever, kimi de özgür diyor. Gelin de çıkarılacak derslerden sonraki kısmı bu tanımlamalardan biriyle doldurun ve etrafınızdaki duvarları daha başka duygularla oluşturun.



Aksiyon Dergisi / Sayı: 351 / Orta Sayfa Yazılarından

- - - -