Yeni bir dönemin başladığını söylerken, bazılarının bu kavramı yeterince veya hiç anlamadığını fark etmek şaşırtıcı olmamalıdır. Bu sebeple ‘dönemin neden yeni olduğunu’ anlamak, açıklamak önemlidir. Türkiye’de yeni cumhurbaşkanlarının seçildiği, yeni başbakanların göreve başladığı birçok zaman yaşanmıştır. Bugün yaşamakta olduğumuz olayın bunlardan farklı olması, bizim arzumuz ve isteğimizle ilgisi bulunmamaktadır.
Tarihsel olarak Türkiye yeni bir dönemden geçmektedir, çünkü Türkiye tarihinde ilk defa toplum siyaset kurumunu yani “devleti, iktidar yapısını, onun normatif düzenini” değiştirecek bir sürece girmiştir. Bu kolay olmamıştır. Bilhassa Türkiye’nin yaşadığı “kurumsallaşmış anti-demokratik siyasal rejimin” “Takrir-i Sükun”la başlayan, Tek Parti Rejimi’nin kurulmasıyla siyaset anlayışının hücrelerine kadar nüfuz eden, 27 Mayıs Anayasası ile en saldırgan – radikal düzeye çıkan, toplumu dışlayan karakteri, bütünüyle değişmez bir yapıya hatta “değişmesi dahi düşünülemez”, yerleşik bir düzene dönüşmüştür.
Kaybeden kim?
2000-2001 ekonomik krizleri aslında bu “yapının yeniden düzenlenmesine” imkan sunmuş, bilhassa IMF, Dünya Bankası, AB ekseninde “dışarıdan yapılacak müdahalelere” yeniden toparlanmasına bir alan açmış olsa da, 2002 Seçimi aslında “müesses nizamın” toplum tarafından benimsenmediğini, atfedilen “güven duygusunu” kaybettiğini ortaya çıkarmıştır. Böylece “yerleşik düzenin” hemen her krizden sonra dışarının desteğini alarak yeniden durumunu konsolide etmesi zora girmiştir.
O günkü parti düzeninin tasfiye olması, yeni bir siyaset anlayışına yönelme, eski korkularından kurtulma eğilimi, toplumun değişim talebinin önlenemez bir biçimde yükselişi olarak görülebilir.
Siyasette, ekonomide, uluslararası alanda 2003-2007 arasında yapılanlar gelip bir yere ulaşmış, yerleşik düzenin kapısına dayanmıştır. Buna cunta kurarak, darbe girişimleriyle, suikastlerle, meydana getirilen, istikrarsızlık yaratan çeşitli olaylarla cevap verme teşebbüsleri, sorunu şu noktaya getirmiştir: Ya cesur davranılıp tarihin önlerine koyduğu problem çözmek için kapılar kırılacak ya da geri çekilip, uzlaşılıp “eski statükoya” teslim olunacaktı. Erdoğan ve AK Parti ikincisinin ne anlama geldiğinin bilinciyle, ileriye doğru adım attı. Ergenekon yapısıyla, militer ideolojiyle, bu anlayışın sivil temsilcileriyle, nihayetinde “paralel cemaat yapılarıyla” mücadele yolunu seçti.
Burada 2010 Referandumu’nun tarihsel olarak “demokrasinin önünü açtığını” görmek gerekir. Darbeler, cuntalar yargılandığı gibi, başta MGK, yargı sistemi, devletin militer ideolojiyle özdeşleşmiş örgüt yapısı ve iç işleyişteki hiyerarşide yer alan kurumsal ilişkiler tasfiye edilmeye başlandı.
Kazanan kim?
İkinci kırılma noktası ise, Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin doğrudan halk oyuyla yapılmasına dönük değişikliktir. Başlangıçta bunun ne anlama geldiğini, birçok kimsenin fark etmediği anlaşılmaktadır.
Bir anlamda, Türkiye’nin “yerleşik anti-demokratik unsurları”, militer ideolojisinin saldırganlığı arttıkça, sivil unsurlar “daha fazla demokrasiden başka çıkış yok” diyen, siyasal bir kavrayışa yöneldi. Tarihte diyalektik diye bir şeyden bahsedilecekse, yaşanan böyle bir şeydir: “Anti-demokratik yapı” kendi saldırganlığıyla, kendi sonunu getirecek olan sürecin hızlanmasına yol açmış, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açmıştır.
Şimdi yeni bir dönem başlamaktadır, yeni Cumhurbaşkanı, meşruiyetini doğrudan milletten alarak, eski kurumsal yapıda devleti temsil etme işlevini, millet iradesine açmıştır. Kendi halkına karşı örgütlenmiş devletten, kendi halkı için örgütlenmiş devlete geçiş, gerçekten yeni bir dönemin başlaması demektir.