Abant toplantılarından birinde tanıştığımız işadamı Ali Rıza Bozkurt, İlber Ortaylı'ya ve bana, Ankara'ya birlikte dönmeyi teklif etmişti. Şoförlüğünü ABD'li damadının yaptığı Mercedes'te Ankara'ya hareket etmiştik. Konu edebiyattan, yazarlıktan açılmış, İlber Ortaylı'ya yöneltilen tarih meseleleriyle sohbet devam ediyordu.
Ali Rıza Bozkurt, sinema eğitimi almış alan kızının bir film yapma projesinden söz ediyordu. Senaryo konusunda benden destek istedi. "Olabilir" dedim. Ankara'ya girdiğimizde İlber Ortaylı ile beni Bilkent'teki villasında çaya davet etti. Villaya vardığımızda hareketli bir karşılama sahnesi oldu.
Öğreniyoruz ki Ali Rıza Bozkurt'un doğum günüymüş. Akrabaları dostları toplanmış. Aşık Mahzuni de oradaydı. Biraz söz, saz ve sohbetin ardından ayrılırken kızıyla beni tanıştıran Bozkurt, ne zaman bir araya gelinebileceğini sordu. Ben de o günlerde Dede Korkut Kültür Şölenleri için Bayburt'a gideceğini oradan bir hafta sonra dönebileceğini söyleyince, dönüşte haberleşmek üzere ayrıldık.
Bayburt dönüşünde Ali Rıza Bozkurt aradı. İstanbul'a geçtiklerini söylüyor, ben ve eşimi oraya davet ediyordu.
İstanbul'da havaalanından bizi alan bir başka şoför, Ali Rıza Bozkurt'un Anadolu Hisarı'ndaki yalısına götürdü.
Senaryo konusu açıldığında kızı "Nataşalar"la ilgili bir film yapmak istediğini söyledi. Gerçekten, hele o sıralarda kanayan bir toplum yarasıydı, Nataşa konusu.
Uzun uzun konuştuk. Konuya bakış açımı, böyle bir film için aklımdan geçenleri anlattım. O gün akşama kadar senaryo özeti denemeleri bile yaptık. Senaryonun biri Rusya, diğeri Türkiye, üçüncüsü de Avrupa ayağı olacaktı.
Benim görüşüme göre, bu konuda Türkiye, kullanılan bir ülkeydi. İnsanlarımızın karşı konulmaz bazı zaafları iyiden iyiye kullanılıyordu. Rusya'nın bu konuda temel bir rahatsızlığı olmadığını da oralardaki gözlemlerimle anlatıyordum. Avrupa ise bu konuda bizi günah keçisi olarak görme ve gösterme tavrını benimsiyordu.
Tabii böyle bir senaryonun, ekonomik etkenleri, sosyolojik boyutları, en önemlisi de etik ve psikolojik ögeleri içermesi gerekiyordu. Hikâyenin, üzerinde kurulacağı kahramanlarının kişilik özellikleri, geçmişleri, değer yargıları ortaya konmalıydı.
Bozkurt'un sinemacı kızının eşi ABD'li damat aynı zamanda Dünya Af Örgütü mensubuydu. Konuşmalarımıza katılmıyor sadece dinliyordu.
Akşamın ilerleyen saatlerinde Ali Rıza Bozkurt'un iki yalı ötedeki diğer bir yalısının eşimle bana ayrıldığı söylendi ve istirahata geçtik.
Ertesi gün çalışmalarımızı yine kağıt üzerinde sürdürdük. Bakış açılarımız çok da örtüşmüyordu. Evet, Türkiye'de bu olayın bir ticari sektörü oluşmuştu ama bu durum Türk toplumunun genel sosyolojik yapısını yansıtan bir olay değildi. Bazı aile travmalarına yol açıyor, yuvalar bozuluyor, maddi ve manevi mağduriyetlere yol açıyordu.
Rusya ve Avrupa ayağı ile ilgili görüşlerimi de açıklıyordum.
Üçüncü gün sabah kahvaltısında bir araya geldiğimizde şöyle bir teklifte karşılaştım: Senaryonun Türkiye ayağını ben, Rusya ayağını oradan bir yazar, Avrupa boyutunu da Avrupalı bir yazar yazacaktı.
Teklifte sıcak bakmadım. Türkiye dışı bölümlerdeki sorumluluğa ister istemez ortak olacağını, büyük ihtimalle Türkiye aleyhtarlığı boyutları olma ihtimalinin bulunabileceğini söyledim.
İçimden, ABD'li Af Örgütü Mensubu damadın böyle bir formülü ileri sürmüş olabileceği düşüncesi geçmiyor da değildi.
Ali Rıza Bozkurt ülkemizin yararları konusunda samimi bir tavır içindeydi. Hatta sözde "Ermeni Soykırımı" konusunda ABD'de verdiği mücadeleleri dinlerken de takdir hisleriyle doldum.
Ancak sinemacı kızı ile Nataşa senaryosu konusunda anlaşamamıştık. Ali Rıza Bozkurt, "O halde bir Dede Korkut senaryosu düşünelim" dedi. Neden olmasındı. Büyük imkanlara sahip bir iş adamının böyle bir filme kapı aralaması önemli bir fırsat sayılırdı.
Ali Rıza Bey, ne kadar Dede Korkut'la ilgili kitap varsa bulup getirmesi için şoförünü gönderdi.
Bir süre Dede Korkut senaryosu üzerinde görüş alışverişi yaptıktan sonra, tekrar bir araya gelmek üzere ayrıldık, biz de Ankara'ya döndük.
Daha sonra ise bu konu hiç gündeme gelmedi. Ali Rıza Bozkurt'la zaman zaman hal hatır sorma telefonlaşmalarımız oldu.
Ali Rıza Bozkurt'un İstanbul'da misafiri olduğumuz günlerin bir akşamında Boğaz'daki ünlü restoranlardan birinde akşam yemeğine götürülmüştük. Davet etmiş olduğu bazı dostları da gelmişti. Bunlardan biri de 28 Şubat olayının ünlülerinden Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın yeğeni denizci bir albaydı. Daha sonra Güneri Cıvaoğlu da çıkageldi. Ali Rıza Bey bizi de tanıştırırken, "Biz Güneri Beyle Tercüman'dan tanışırız" dedim. Bu cümlenin Güneri Cıvaoğlu'nun hoşuna gitmediğini seziyordum. Galiba Tercüman Gazetesi günlerindeki çizgisini hatırlatmış olmam havasını bozuyordu.
Bir ara Deniz Albayına yönelen Güneri Cıvaoğlu, "Amcanızın Başbakan Erbakan'ın yemeğinde garsona "Oğlum rakı getir, demesi çok önemli bir duruştu" kabilinden sözlerle konuyu 28 Şubat'a getirmesi, konuşmaların seyrini siyasete kaydırıyordu. Derken güncel sorunlara gidildi. Telekom'un satılması sorunu o günlerin önemli gündem maddesiydi. Ulaştırma Bakanı Enis Öksüz'le Kemal Derviş'in kabinedeki anlaşmazlıkları konuşulurken Güneri Cıvaoğlu, Enis Öksüz'e yüklenmeye başlamıştı.
Sözün burasında araya girip, "Enis Öksüz'ün tavrı milli çıkarları savunmaktır..." demek ihtiyacını duydum. Güneri Cıvaoğlu ise Kemal Derviş'i göklere çıkarmaya devam ediyordu.
Bir ara masamıza uğrayan Üzeyir Garih'in gelmesiyle tartışma kapanmıştı. Yemek faslı da sona ermişti.
Necmettin Erbakan'ın siyasi hayatımızdaki seyir defteri ile hiçbir zaman barışık olmamıştım. Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin temel hassasiyetlerini "rakı servisine" indirgeyen Cıvaoğlu gibi "aydın"larla da hiçbir zaman başım hoş değildi.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...