Yıl 1967 aylardan ya Ekim ya da Kasım. Çiçeği burnunda bir Üniversite öğrencisiyim. Erzurum Pelit Meydanı’nda Ada Lokantası’nın üstündeki CHP İl Merkezi’nde bir konuşması var o günün CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit’in. Hiç görmemişim Ecevit’i, basından okumuşum yalnızca. Gidip ön sıralarda bir yere oturuyorum. Ecevit geliyor takdim ediliyor. Konuşmaya başlıyor. Çok iyi hatip… Ortanın Solu’nun anlatıyor, ülkenin ve halkın ekonomik sıkıntılarına değiniyor.

Yıl 1967 aylardan ya Ekim ya da Kasım. Çiçeği burnunda bir Üniversite öğrencisiyim. Erzurum Pelit Meydanı’nda Ada Lokantası’nın üstündeki CHP İl Merkezi’nde bir konuşması var o günün CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit’in. Hiç görmemişim Ecevit’i, basından okumuşum yalnızca. Gidip ön sıralarda bir yere oturuyorum. Ecevit geliyor takdim ediliyor. Konuşmaya başlıyor. Çok iyi hatip… Ortanın Solu’nun anlatıyor, ülkenin ve halkın ekonomik sıkıntılarına değiniyor.

Konuşma bitiyor, dışarı çıkıyorum. O arada Ecevit de binadan dışarı çıkıyor. Durup bakıyorum. Arabasına binmeden önce benim de içinde bulunduğum dört beş kişilik gençler öbeğine doğru yöneliyor, tam benim karşımda duruyor: “Arkadaşlar, ben Üniversite Yurduna gidiyorum, orada da konuşmam var, yurda gidecekseniz, buyurun binin arabama, sizi de götüreyim” diyor. Arabaya binmiyorum “Hayır efendim, ben yurtta kalmıyorum, çok teşekkür ederim” diyorum. Ötekilerin yüzüne bakıyor. Geçmiş gün, hatırladığım kadarıyla birkaç kişi biniyor o arabaya.

O gün sevdiğim, beğendiğim Ecevit, birkaç yıl sonra, tam bir Milliyetçilik ve milliyetçi düşmanı olup çıkıyor. Ülkü Ocakları’nın yaptığı her şey “tu kaka”, ülkücüler haydut; solun, hem de aşırı solun yaptıkları ise hep anlaşılır, makul şeylerdi ona göre.

Öyle öyle geliyoruz 12 Mart’a. Ecevit, “Bu muhtıra bana karşı verildi” türünden garip şeyler söylemeye başlıyor. Fakat yandaşları da hızla artıyor. 1972’de İnönü çınarını devirip geçiyor CHP’nin başına.

İnönü’yü devirdiği kurultayda bazı olaylar oluyor. CHP Erzurum İl Başkanı Osman Polat, “Partinin iki genel başkanı vardır, biri Atatürk, biri İnönü, Ecevit diye birini, Ecevitçilik diye bir akımı tanımıyorum” dediği için dövülüyor, sonra da partiden istifa ettiriliyor.

Bu Osman Polat’la Erzurum’da bir arkadaşının dükkânında karşılaşıyoruz 1973 yılı başlarında. Söz o kurultaya geliyor, anlatıyor olup biteni ve diyor ki: “Ecevit, buraya gelince, gidip kürsünün yanına, bana söz vermesini isteyeceğim, hesap soracağım, fakat korkuyorum gene döverler beni”. Delikanlıyım o zaman 25 yaşındayım, İlhami Kafkas arkadaşım da orada, ikimizi birden “Amca biz gelir seni koruruz, onlar bizden korkarlar, senin kılına dokunamazlar, çık de diyeceğini” diyoruz, teşekkür ediyor “Hayırlısı, hele o gün olsun bakalım…” diyor.

Doğu’nun Başbuğu diye ünlenen Yılma Durak’a aktarıyoruz Osman Polat’la bu konuşmamızı. Yüzünü buruşturuyor, “Yahu o bizim partideydi daha evvel biliyor musunuz? Satıp bizi gitti CHP’ye, şimdi onu biz mi kurtaracağız, boş verin” diyerek olumsuz tepki veriyor. Biz de bir daha bu konuyu açmıyoruz.

Ecevit de boş durmuyor o aralar. Kafayı ülkücülere takmış fena halde. 12 Mart döneminde solcu gençlerin içeriye alındığını, ülkücülerin ise sırtlarının sıvazlandığını öne sürerek, onlardan da hesap sorularak dengenin sağlanmasını dillendiriyor sık sık.

Böyle böyle geliyoruz 1973 yılının Haziran ayının son günlerine. Ecevit miting için Erzurum’a gelecek birkaç gün sonra. Üniversite tatile girmiş, oradaki ülkücü öğrenciler hepsi memleketlerine gitmiş. Erzurum’da yaşayan genç ülkücülerden (bunların yaşı 18’in altında) bir grubu toplamış Yılma Durak. İlhami ile beni de çağırdı. Ecevit’in mitinginde olay çıkarılacakmış. Osman Polat’ı bulmamızı istiyor bizden.

Gidip buluyorum, geveleyip duruyor, kıvırtıyor…

O sabah gidiyorum miting meydanına bitişik Emirgân Çay Bahçesi’ne, Yılma Durak çekiyor beni kenara “Sen girme sakın meydana, çok tanınıyorsun, bize de kendine de zarar verirsin” diyor. “Meydana bir bakıp geleyim” diyorum. Varıyorum meydana, hıncahınç dolu, iğne atsan yere düşmez. Bizim çocuklardan 10 kişilik bir grup bu kalabalığın ortasında. Tükürükle boğarlar bunları. Gelip tartışıyorum Yılma Durak’la, dinlemiyorum lafını, gidiyorum çocukların yanına. Ecevit geliyor çıkıyor kürsüye o arada. Konuşmaya başlayınca “Osman Polat kürsüye” diye bağırmaya başlıyoruz. Kesiyor konuşmayı, dönüyor yanındakilere bir şeyler soruyor, “Komandoların baskının uğradık…" diye başlıyor tekrar. O kalabalıktan birisi “Birkaç orospu çocuğu da çıkacak canım” deyince ben “Sensin ulan” diyorum, kalabalık bir uğultuyla üstümüze geliyor. Ecevit, uyarıyor onları kürsüden: “Hayır lütfen, onlara dokunmayın, çocuk onlar, onların Başbuğları gelsin. Güvenlik güçleri görevlerini yapsınlar”. Güvenlik güçleri geliyor, bizi çembere alıp meydandan çıkarıyor. Ara sokaklardan dolaşıp ikişerli üçerli yine giriyoruz meydana, yine bağırıyoruz, polis yine çıkarıyor fakat en ufak bir sert müdahale yok, koruyor bizi sanki (evet koruyormuş, Osman Polat işine, biz söylediğimizde karşı çıkan Yılma Durak’ın birdenbire miting basmaya bu denli teşne olmasının sebebinin, o günkü MİT’in işe el atıp, onu yönlendirmesi olduğunu birkaç yıl sonra öğrenmiştim. İktidar ortağı Güven Partisi’ndeydi İç İşleri Bakanlığı. Güven Partisi İl Başkanı alınıp, vali’ye gidilmiş vali uyarılmış, protestocu ülkücülere dokunulmaması için).

Olay ertesi gün tüm gazetelerde yer alıyor.

O mitingin ceremesini Ziraat Bankası müdürü olan rahmetli babam çekti. 1974 yılında Erzurum Ilıca’dan Iğdır’a muhasebeci olarak sürgün edildi. Araya amcam girdi, Bayburt’ta CHP’nin ileri gelenlerindendi. Bayburtlu CHP Milletvekili Erol Tuncer’e gidildi, onun işe el koyması ve o günkü CHP’li TBMM Başkanı Kemal Güven’in de desteğiyle babam yine müdür olarak Sarıkamış’a tayin edildi.

CHP’nin 1978’teki ikinci iktidarında bize bu kez ailece sürgün yolları gözüktü. Ben Tekel Başmüdürüydüm Erzurum’da, Diyarbakır’a muhasebe memuru olarak sürüldüm. Babam Trabzon’a sürüldü şef olarak. Kardeşim Çay-Kur’da üretim şefi idi, Rize’nin yolu izi olmayan uzak bir köyündeki fabrikaya eksper olarak gönderildi. Ben Diyarbakır’a gidemedim, can güvenliğim yoktu. Yönetimi seçimle gelen Türk Standartları Enstitüsü hâlâ milliyetçilerin elinde idi. Erzurum’a bölge müdürü olarak atadılar beni. Yerim yurdum yok, Ticaret Odasının toplantı salonuna tünedim oturuyorum. Evlendim o arada. Bir haftalık evli iken, Hükümet polis zoru ile el koydu TSE’nin yönetimine, beni önce Ankara’ya genel sekreterlik emrine aldılar, sonra da işime son verdiler.

Ve bu bölünmeler, bu çatışmalar, boğuşmalar, zıtlaşmalar, bizi 12 Eylül 1980’e kadar götürdü. 12 Eylül Yönetimi, kardeş kavgasını önlemek üzere geldi ama doğruların yanında inanılmaz yanlış işler yapmaya başladı. Bana en çok koyan da sahte Atatürkçülerin türemesi ve bunların baş tacı edilmesiydi. Atatürk’e deccal dediği için tartıştığım Nurcular, 12 Eylül’ün baş destekçisiydiler. Bana “Sen zaten 12 Eylül’e karşısın, seni niye içeri almadılar ki?” diyorlardı.

Bir gece yakın bir arkadaşımla BBC radyosunu dinliyoruz, Ecevit CHP Genel Başkanlığından istifa etmiş, onunla söyleşi yapılıyor. 12 Eylül Yönetimini, korkmadan, kıyasıya eleştiriyor. “Helal olsun sana Ecevit!” demekten kendimizi alamıyoruz.

Ecevit’le 1987 yılında bu kez Güneş Gazetesi Sarıkamış Muhabiri olarak karşılaştım. Gazetenin merkezinden İrfan Taştemur adlı Marksist bir arkadaşı, gezisini izlemesi için görevlendirmişler. “Sarıkamış’ta çok çalışkan ve usta bir muhabir arkadaş var, ona uğra sana yardımcı olsun“ demişler. Geldi buldu beni. Ecevitler o gece Sarıkamış’ta çamlar arasındaki Motel Sar-Tur’da kaldılar. Konuşmalarına, davranışlarına dikkat kesildim. Keşke 12 Eylül öncesinde insanımız uygarca tartışıp birbirini anlasaydı, diye düşündüm. Yâdıma, Ecevit’in bir yıl önce (1986 yılında) bir dergide okuduğum bir şiiri düştü:

GEREKSİZ DESTAN

iki er kişi çıktı meydana
biri batıdandı biri doğudan
biri daha yamandı öbürü ondan da yaman

ikisinin de silahlıydı beli
birinin daha hızlıydı eli
öbürü ondan da hızlı

ikisi de karşılıklı yaylandı
biri daha erken davrandı
öbürü ondan da erken

önce biri vuruldu öbürü ondan da önce
kim öldü kim kaldı derken
ikisi de yenilip ikisi de yenince

ne dos kaldı geriye ne düşman
bir boş meydanda sadece
bir de işte bu destan

Ertesi gün Rahşan ve Bülent Ecevit, konuşma yaptılar açık hava toplantısında, benim bürodan haberleri geçtik. İrfan Taştemur, ilgimden ve desteğimden çok memnun olmuştu, haberlerin benim adıma çıkmasını istedi.

Kaderde Ecevit’i haber yapmak da varmış.

Kaderde Ecevit’e oy vermek de varmış… 1991 seçimlerinde çeşitli seçim ittifakları yapıldı, Ecevit, bunların hiçbirine girmedi. Tek başına mücadele ederken eski mücadele arkadaşlarından da sert eleştiriler geldi, “Bir bölen” deyip veryansın ettiler ona. Kars’ta SHP’nin mitinginde “faşist Ecevit” diye bağırttılar.

Ecevit böylece sempatimi kazanırken, MÇP (o günkü MHP) Erbakan’la ittifak yapıyor. Çok sinirleniyorum buna. “Sen kışlalara acemi erat dağıtır gibi dağıt elindeki insanları oraya, buraya, sonra da git, Erbakan gibi bir din sömürücüsünün kuyruğuna takıl” diye açıkça tepki veriyorum. Rahmetli babamla birlikte karar veriyoruz, barajı aşması tehlikede, oyumuzu ona vereceğiz barajı aşması için. “Mert, dürüst, yiğit adam, şimdiki söylemleri milliyetçi de…” diye konuşuyoruz aramızda, annem çok kızıyor bize, “Ben Ilıca’da o soğukta, ellerim sızlayarak, ağlayarak denk yaptım, siz nasıl o adama oy verirsiniz…” diyor.

Kinle düşünmek, kinle yaklaşmak bize yakışır mı? Götürüp veriyoruz oylarımızı. Helal olsun, hiç pişman değilim.

Ve geliyoruz 2000 yılına. DSP-MHP-ANAP Hükümeti iş başında… Toprak Mahsulleri Ofisi’ne yönetim kurulu üyesi olarak 4’lü kararname ile atanacağım. Tayinimi MHP’li Tarım Bakanı, değerli dostum Hüsnü Yusuf Gökalp istiyor. Fakat belli mi olur, künyemiz ve sicilimiz gider Ecevit’in önüne, imzalar mı ki? “İmzalar” diyor Hüsnü Hoca, bir de ilginç anısını aktarıyor. Ecevit’le birlikte uçakla Moskova’ya gidiyorlarmış, birden aklına gelmiş, “Yahu hele şu feleğin işine bak, ben bu adama gençliğimde ‘Moskova’ya! Moskova’ya' diye bağırdım, şimdi o Başbakan, ben Bakan, birlikte Moskova’ya gidiyoruz.”

Evet, dünya tersine dönmüştü, ben de Ecevit’in imzası ile Türkiye’nin en büyük KİT’lerinden birine yönetim kurulu üyesi oluyordum. İşte atama kararnamem:

Tarım ve Köyişleri Bakanlığından:
Karar Sayısı : 2000/1087

1 - Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulu Üyeliğine, H. Cazim GÜRBÜZ’ün atanması, 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 6 ve 8 inci maddeleri ile 2451 sayılı Kanuna 4158 sayılı Kanunla eklenen ek madde gereğince uygun görülmüştür.
2 - Bu Kararı Tarım ve Köyişleri Bakanı yürütür.
27 Kasım 2000 - Ahmet Necdet SEZER - CUMHURBAŞKANI

 

Bülent ECEVİT

Dr. Devlet BAHÇELİ

Prof. Dr. H. Y. GÖKALP

Başbakan

Devlet Bakanı ve Başbakan Yrd.

Tarım ve Köyişleri Bakanı

Ve şair Ecevit… “Allah, Allah olduğu için yarattı beni. /Ben Allah olamıyorum ne kadar yaratsam” diyen şair Ecevit’i hep sevdim ve olumladım. Şiirlerini, şiirlerinin biçemini, biçimini, ritmini, dilini ve şiir anlayışını hep beğendim. Şiir ve felsefe bağlamındaki görüşlerine hep katıldım ve yararlandım.

Mersin’de yayımlanan “Yeni Ufuk Dergisi”nin Ocak 1995 sayısında “TBBM’de Şiir de Tartışılır” başlığıyla bir de yazı yazdım. Bir zamanlar ideolojik olarak bakıp lanetlediğim “Türk-Yunan Şiiri”ni nesnel, yansız ve doğru olarak değerlendirdim:

“1974 yılının Ağustos ayı… TBMM olağanüstü günler yaşamaktadır. Gündemde Kıbrıs Barış Harekatı vardır.

Bülent Ecevit’in “Kıbrıs Fatihi” olarak anılır olması, muhalefeti huylandırmaktadır.

Kürsüye Demokratik Parti Niğde Milletvekili Mehmet Altınsoy gelir. Gençliğinde iyi şiirler yazdığını, sınıf arkadaşı olan yazar Çetin Altan’ın yazılarından öğrendiğimiz Altınsoy’un elinde şair Başbakan Ecevit’in Frenk illerinde gurbette olduğu yıllarda yazdığı bir şiiri vardır. 1984-1989 yılları arasında Ankara Belediye Başkanlığı da yapan Altınsoy, Yunanlılarla kardeş olduğunu ilan eden birinin şimdi nasıl olup da Kıbrıs Fatihi olarak görüldüğünü sorgular kendince ve okur o şiiri:

TÜRK-YUNAN ŞİİRİ

sıla derdine düşünce anlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
bir rum şarkısı duyunca gör
gurbet elde istanbul çocuğunu

türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz
olmuşuz kanlı bıçaklı
yine de bir sevdadır içimizde
böyle barış günlerinde saklı

bir soyun kanı olmasın varsın
damarlarımızda akan
içimizde şu deli rüzgâr
bir havadan

Bu yağmurla cömert
bu güneşle sıcak
gönlümüzden bahar dolusu kopan
iyilikler kucak kucak

bu sudan bu tattandır ikimizde de günah
bütün içkiler gibi zararı kadar leziz
bir iklimin meyvasından sızdırılmış
bir içkidir kötülüklerimiz

aramızda bir mavi büyü
bir sıcak deniz
kıyısında birbirinden güzel
iki milletiz

bizimle dirilecek bir gün
Ege'nin altın çağı
yanıp yarının ateşinden
eskinin ocağı

önce bir kahkaha çalınır kulağına
sonra rum şiveli türkçeler
o Boğaz'dan söz eder
sen rakıyı hatırlarsın

Yunanlıyla kardeş olduğunu
sıla derdine düşünce anlarsın

(Londra, 1947)

Ok yaydan çıkmıştır… Tartışma Kıbrıs’tan şiire kaymıştır. Muhalefet ve iktidar milletvekillerinin karşılıklı bağrışmaları arasında Ecevit hışımla kürsüye çıkacak ve “O şiire bugün de imzamı atarım!” demesiyle tartışma noktalanacaktır.

Altınsoy, bugün de yanı fikirde midir? Ecevit, bu şiire yine imzasını atar mı? Bilmeyiz. Bildiğimiz, Yunanlıların bu şiirdeki kardeşlik iletilerini anlayacak düzeye hâlâ gelememiş olmalarıdır.”
Ecevit’in şiire değgin dediklerinden de örnekler vereyim, sonra da bir şiirini sunayım, onunla bitireyim:

“Siyasete girdim diye şiir yazmayı, şiir çevirmeyi bıraksaydım, siyasette ben, ben olmazdım.”

“Benim için şiir yazmak –özellikle siyasete girdiğimden beri- bir iletişim aracı, bir düşünce açıklama yolu değil, bir düşünme yöntemidir.”

YARGI

öldürenle katiliz çalanla hırsız
tümümüz sanığız tümümüz savcı
tümümüz suçlu tümümüz yargıç

kimi aklar kimi suçlarız
kimi bağışlar kimi asarız
kendimizi başkasında

her gün bıçak saplı
birinin arkasında
vurulan da biziz vuran da

Eylül 2013