Türkiye'de, demokrasinin düşmanı olan birçok kimseden birçok kuruluş ve kesimden bahsetmek mümkündür. Bunların hepsinin ortak özelliği, halkla aralarındaki mesafe ve halkın demokrasi vasıtasıyla devlet üzerinde denetim kurmasıyla ilgilidir. Bu kesimler "devletin ellerinden çıkmasından" halkın kontrolüne girmesinden korkmaktadır. Bunlar arasında bazı medya grupları ön plandadır. Çünkü onlar varlıklarını anti demokratik ilişkilere borçludurlar.
Oysa yıllar boyunca "cumhuriyetin tek sesli medyası" olarak işi ne güzel götürmüşlerdir.
Devletin eliyle ve kaynaklarını kullanarak oluşturdukları medya sermayesiyle, yine yıllarca devlet bankalarının kamu iktisadi teşebbüslerinin, işletmelerinin aktardığı bol reklam gelirleriyle yazarlarıyla, çizerleriyle geçinip gitmişlerdir.
Güdümlü kamuoyu anti demokratik medya
Önceleri tek parti döneminde, sonrasında demokrasiye geçilmiş olsa da "seçimle iktidara gelen iktidara rağmen" kuruluşlarında, bu ilişkiyi sürdürmede asla bir güçlükle karşılaşmamışlardı. Dönemin seçimle gelen hükümetlerini kuran Adalet Partisi ve onun iktidarını adeta "şamar oğlanı" gibi yerden yere vurmayı, resmi ideoloji üzerinden onu sigaya çekmeyi, neredeyse eğlenceli bir iş haline getirmişlerdi.
1983'ten sonra, hedefte bu defa dönemin Başbakanı Özal vardır. "Turgut nereden geliyor?" türünden basit ve seviyesiz saldırılarını aralıksız bir biçimde sürdürmeye devam ettirmişlerdir. Bu dönem, medyanın iyice çeşitlendiği, özel televizyonculukla birlikte kamuoyu yaratmada daha da etkinleştiği yeni bir devirdir. Merkez medya Türkiye'nin geleneksel iktidar yapısının, bürokratik-militer-aydın ittifakının doğal bir müttefikidir; hem devlet rantlarıyla oluşan "resmi kapitalist sınıfın" bir üyesi olarak, hem de resmi ideolojinin taşıyıcısı olarak, demokrasinin kendileri için büyük bir tehdit oluşturduğunun hep farkındadır.
Medyada egemen konumlarını devam ettirdikleri müddetçe hükümete açıkça şu mesajı vermekte, tehdit etmede tereddüt etmemişlerdir: "Millet sizi seçmiş olabilir, halkın çoğunluğunun oylarını almış olabilirsiniz ama hükümet etmek için bizim rızamızı almak zorundasınız."
Yani şu çok konuşulan, zinde güçleri hesaba katma mecburiyeti vardır. Bu durumda, kim seçilirse seçilsin bir "konsensüs yapmak" gerekmektedir!
Medyanın tahammülsüzlüğü
Bu tehdit ve "reel politik" durumu, neredeyse herkes kabul etmiştir. Özal'dan sonra hükümet kuran Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit çaresizce bu duruma katlandılar. Katlanmayan Erbakan ise 28 Şubat'la tasfiye edildi. Bu durum, yani onlarla uzlaşma arayışı, aynı zamanda bu partilerin ve liderlerinin halk nazarında itibar kaybetmesine yol açtı. Sonuç sadece bu olsaydı, işi bir dereceye kadar sineye çekmek mümkün olabilirdi belki, fakat ülke çok ağır bedeller ödüyor, krizler yaşıyor, millet çaresizlik sendromuna düşüyordu. Daha da kötüsü, demokrasi adeta işleyemez hale geliyor "yönetemeyen demokrasiye" dönüşüyordu.
Bu duruma, çok sevinenlerin başında "resmi kapitalistler" ve onun bir parçası olan merkez medya, resmi aydınlar ve onların müttefiki olan "bürokratik oligarklar" geliyordu. Seçilmişleri iktidarsızlaştırma işi, doğal olarak iktidarı bürokrat ve militer unsurlara teslim etmek demekti.
Şimdi durum değişmiştir. Kaç yıldır saldırılarıyla, adeta nefes almasına dahi müsaade etmeyerek yaylım ateşine tuttukları Başbakan Erdoğan'ı kendileriyle bir uzlaşmaya razı edemediler. Bugünkü öfkelerinin, kin kusmalarının arkasında yatan budur.
Türkiye'nin toplumsal yapısındaki çoğulculaşma, ekonomideki değişim şimdilerde medyayı da çoğulculaştırmaya başlamıştır. Eski Türkiye'nin medyası, tekelci konumunu kaybediyor. Resmi aydınların dışında, "yeni aydınlar" varlıklarını hissettirmeye başlıyor. Bürokratik-militer oligarkların iktidar dayanakları, birer birer yıkılıyor. Bu durumda, Türkiye'deki anti demokratik unsurların medyadaki uzantıları ve müttefikleri, varlıklarını daha ne kadar sürdürebilirler?
Demokrasi karşıtı üsluba, alçakça saldırılara, bir de bu açıdan bakmak gerekmez mi?