1979 yılı Kasım ayında ara seçim yapılmış, Bülent Ecevit yenilgiye uğrayınca erdemli bir tavır sergilemiş, istifa etmişti. Ülke genelinde bir rahatlama hissediliyordu. Süleyman Demirel azınlık hükümeti kurmuş, bürokrasideki mağduriyetlerin giderilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Bana da Gazi Eğitim Enstütüsü’ne dönebileceğim söylendi. Fakat buna yanaşmadım. Geçen zaman içerisinde öğretmenlik mesleği yara almış, ben de soğumuştum. Ayrıca yazma konusunda yoğunlaşma ihtiyacı duyuyordum. Bunların yanı sıra, aile ticarethanesiyle ilgilenme fırsatına ihtiyaç hissediyordum.

1979 yılı Kasım ayında ara seçim yapılmış, Bülent Ecevit yenilgiye uğrayınca erdemli bir tavır sergilemiş, istifa etmişti. Ülke genelinde bir rahatlama hissediliyordu. Süleyman Demirel azınlık hükümeti kurmuş, bürokrasideki mağduriyetlerin giderilmesi söz konusu olmaya başlamıştı. Bana da Gazi Eğitim Enstütüsü’ne dönebileceğim söylendi. Fakat buna yanaşmadım. Geçen zaman içerisinde öğretmenlik mesleği yara almış, ben de soğumuştum. Ayrıca yazma konusunda yoğunlaşma ihtiyacı duyuyordum. Bunların yanı sıra, aile ticarethanesiyle ilgilenme fırsatına ihtiyaç hissediyordum.

Hisar’da şiirleri yer alan eski Bakanım, şimdi ise Adalet Partisi Genel Başkanı olan Ali Naili Erdem’e gittim. Bir akşam üstü, Selanik caddesindeki makamında baş başa sıcak bir görüşmemiz oldu. Kültür Bakanlığı’na geçmek istediğimi söyledim. Memnuniyetle karşıladı ve boşalmış bulunan Yayınlar Dairesi Başkanlığını üstlenmem için araya girebileceğini ifade etti. Ben “hayır” dedim, müşavirlik istediğimi arz ettim. Ali Naili bey hemen Kültür Bakanı Tevfik Koraltan’ı aradı. Koraltan, “Hemen gelsin, birinci dereceden müşavirlik görevi verelim…” diyordu. Hemen kalkıp bakanlığın yolunu tuttum.

Bakan beni şöyle bir süzdükten sonra herhalde genç bulmuştu ki, “Canım seni ikinci derece müşavirliğe başlatalım, daha sonra birinci dereceye getiririz…” Bir an durakladım. Sonra aniden kararımı verdim, “peki” dedim. Bakan bey, Personel Daire Başkanını çağırıp talimat verdi. Ertesi gün gidecektim, kararnamem hazırlanacaktı.

Ertesi gün gittiğimde Personel Daire Başkanının önünde benimle ilgili bir notla karşılaştım. 3. dereceden başlatılacakmışım. Bakanın son talimatı böyleymiş. “Kalsın” deyip ayrıldım.

Ali Naili Erdem’i aradım. “Efendim size bilgi verme gereğini duyduğum için arıyorum. Çok şükür açıkta değlim, bir mesleğim var… Talebimden vazgeçiyorum.” Dedim ve teşekkürlerimi ifade ettim. Telefonun öbür ucunda Ali Naili Erdem’in ses tonu değişmişti: “Hoppala… Bu noktadan sonra bu iş senin işin olmaktan çıkar, Ali Naili Erdem’in meselesi olur Yahya…” diyordu.

Bir gün sonra Kültür Bakanının beni arayıp durduğu haberi ulaştı. Bakanlık Müsteşar Yardımcısı Burhanettin Yılmaz hocamdı. Ona uğradım. Girer girmez bana hocalık makamından bir zılgıt çekmeye başladı. Ve anlattı… Bakan Koraltan, “Bu Yahya Akengin, Ali Naili Erdem’le aramızı açtı… Bulun getirin” demiş. “Hocam, ben sadece talebimden vazgeçtiğimi Ali Naili beye söyleme gereğini duydum, o kadar… Artık böyle bir talebim yok…”

Burhanettin bey yine hocalık makamından çıkıştı: “Haydi yürü Bakan’a gideceğiz…” Gittik. Uzatmayalım biraz konuştuktan sonra Koraltan, başmüşavirlik kadrosuna kararnamemin hazırlanması talimatını verdi.

Ali Naili Erdem’in tipik politikacı profilinden farklı bu tavrı, hiçbir zaman unutamayacağım bir olaydı benim için.

Kültür Bakanlığında yayın işleriyle de ilgilenmem isteniyordu. Yayınlar Dairesi Başkanlığına da Gazi Eğitim’de beraber çalıştığımız bir meslektaşımız getirilmişti. Kendisiyle konuşurken, Bakanlığın çıkarmakta olduğu “Milli Kültür” dergisini önüme koydu. “Sizin dergicilikte tecrübeniz var, bu dergiyi iyi bir noktaya taşıyalım. 16 sayfaya bir forma deniliyor…” Gerisini dinleme gereği duymadım. Hem dergicilikte tecrübeli olduğumu söylüyor, hem de formanın ne demek olduğunu bana öğretmeye kalkışıyordu. İticiydi. Hiçbir şey belli etmemeye çalışarak ayrıldım. Yayınlar Dairesi binasında bana ayrılan odadaki birkaç parça eşyamı toplayıp, Bakanlık merkez binasındaki odama taşındım.

O sıralarda, Hisar’ın da yazarlarından olan Prof. Dr. Mehmet Kaplan Ankara’ya gelmişti. Bir akşam Hisar idaresindeki sohbette Yavuz Bülent Bakiler de bulunuyordu. Yavuz Bülent de Kültür Bakanlığı Müsteşar yardımcılığına yeni başlamıştı. Sohbetin bir yerinde Mehmet Kaplan, “Şiir Tahlilleri” kitabının yeni baskısının yapılacağını, bu baskıda Yavuz Bülent’ten ve benden de şiir tahlilleri yapmak istediğini söylüyordu. Kaplan’ın söz konusu kitabı şiir dünyasında önemli bir yere sahipti. Dolayısıyla bir şair için böyle bir kapı aralaması kıvanç verici bir durumdu. Kaplan, şiir kitaplarımızın kendisinde mevcut olduğunu, fakat kendimizin seçeceğimiz beş şiirimizi de ayrıca göndermemizi istiyordu.

Vakit kaybetmeden gönderdik. Kaplan, şiirleri aldığına dair bana yazmış olduğu mektupta, “Sende de Anadolu duygusu ağırlık kazanıyor. Anadolu, bizim de edebiyat yolculuğumuzda ilk sevdamızdır. Seninle ilgili tahlillerde bu temanın öne çıkacağını söyleyebilirim…” diyordu.

Kaplan, İstanbul’dan Ankara’ya gelişlerinde, şimdi Kültür Bakanlığı Daire Başkanı olan öğrencisine misafir oluyordu. O sırada Yavuz Bülent Bakiler’in de bu arkadaşımızla arası açılmıştı… Bunları aklıma getirerek bazı ihtimalleri düşünmeye başlamıştım ama, Mehmet Kaplan gibi bir bilim adamı yazarın, aklıma gelenlere itibar etmeyeceği fikrini de göz ardı etmiyordum. Aradan aylar geçti, günün birinde “Şiir Tahlilleri”nin yeni baskısının çıktığını öğrendik. Baktım, ne Yavuz Bülent vardı, ne de ben…         

Mart 2013

Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...