Türkiye’de devletin içinde başlayıp, topluma yansıyan bir mücadele söz konusudur. Buradaki anahtar soru, devletin içindeki mücadelenin “kimin mücadelesi” olduğudur. Türklerin büyük bir imparatorluk kaybetmesi, aslında “Batı için siyasi bir zaferidir” ve yüzlerce yıl “Doğu” denilince akla tek gelen bu halkın kurduğu devletin yıkılması sonucunda, bütün imparatorluk coğrafyasının sömürgeleştirilmesinin yolu açılmıştır.

Anadolu’da başlayan milli mücadele, bu projenin bu topraklarda uygulanmasında başarısızlığa yol açmıştır. Bununla beraber, Batı sistemi(ki o dönemde patronu İngiltere’dir) buna rağmen durumu lehine çevirecek bir strateji izleyerek, Lozan’da Türkiye’yi etkisiz bir konumda bırakacak bir netice elde etmiştir. Türkiye, sanayi çağının enerji kaynağı olan petrolden uzaklaştırılırken, önemli bir Türkmen, Kürt, Zaza bölgesi olan Musul, kendi nüfuzu altına alınmıştır.

Bitmeyen kavga

Meselenin diğer bir yönü ise Türkiye coğrafyasının dışında kalan Müslüman halklarla, yani Ortadoğu ve Türk dünyasıyla bütün bağlarının koparılmış olmasıdır. Batı ile kurulan ilişki biçimi “Ortadoğu’yu unutup Batı’ya yönelmeyi esas alırken” Sovyetler ile varılan mutabakatla başta Azerbaycan olmak üzere, Asya’daki akraba halklarla ilgili hiçbir ilişkinin kurulmasına imkân bırakmamıştır. Bunun elbette ki dönem şartları içerisinde sebepleri bulunabilir.

Bu durumun, devletin içinde belli çelişkilerin doğmasına yol açması ise kaçınılmazdır. Bu çelişkilerin ortaya çıktığı noktaları biz resmi eğitim üzerinden “din-laiklik”, “İslamcılık-batıcılık” ya da “ittihatçılık- Kemalizm” eksenlerinde okumaya ya da anlamaya alışmış olmamıza rağmen, üzerinde biraz düşünüp meselenin esasına yönelince, renginin farklı olduğunu görmek hiçte zor değildir. Konunun “din-laiklik” içinden açıklanmaya çalışılması, problemi bütünüyle ortaya koyamaz. Çünkü buradaki “laiklik”, tarihsel olarak Batı’daki “laiklik süreciyle” ilgili değil, içeriye ve dışarıya dönük ideolojik ve politik bir mesele olarak ortaya çıkmıştır.

Meselenin ideolojik tarafı, laiklik üzerinden batıcı kadroların “imparatorluğun geleneksel iktidar unsurlarını” tasfiye etmek ve imparatorluk kültürü içindeki meşruiyetlerinin dayandığı bütün öğeleri reddederek yeni bir iktidarın oluşmasına zemin teşkil etmekle ilgilidir. Aksi takdirde “Batı ile varılan yeni mutabakatta” hem Batı’ya yönelme işini gerçekleştirmek zor olacak hem de kendi meşruiyetlerini sağlamada sıkıntı yaşanacaktır. Dolayısıyla, bizde laiklik meselesi Batı ile kurulan yeni ilişki biçimini yansıttığı kadar,“İslam coğrafyasından kopma” konusunda bir dış siyaset tercihinin de göstergesi olarak anlaşılabilir.

Devlet ve demokrasi

Meselenin bir diğer boyutu, Batılılaşma politikalarının uygulanmasıyla ilgilidir ve burada da, yapılan düzenlemelerin Müslüman halka kabul ettirilmesi için “otoriter rejime duyulan ihtiyaç” ön plandadır. Bir anlamda laiklik “otoriter rejimin” bir aracı haline gelmiştir. Milli mücadeleden sonra, devlet içindeki çatışma aynı zamanda bir dünya görüşüyle birlikte bütünleşerek devam etmiştir. “İslamcı-İttihatçı-Muhafazakâr” unsurlar,“Batıcı-bürokratik-militer” kadrolar tarafından otoriter bir rejim ve laiklik anlayışıyla tasfiye edilmişlerdir. 
Sorun bitmiş midir? Otoriter rejimin ideolojik politik ekonomik kadrolarının, “iktidar alanlarında” kurdukları tekeli kimseyle paylaşmak istemeyecekleri açıktır. Bu sorun, Türkiye’nin demokratikleşme denkleminin çözümüyle aşılmıştır ve aşılmaktadır.

Meselenin bir diğer boyutu, devlet içinde değil toplumdadır. Otoriter rejimin uygulamalarının,“toplumda yarattığı travmalar” ciddidir. Bugün demokratikleşme sürecinin bu travmaları ortadan kaldırması, rehabilite etmesi, devletin önünde duran bir meseledir. Çözüm süreci, Alevi açılımı gibi meselelere bir de buradan bakmak gerekmez mi?