Bu sorunun cevabı, her şeyden önce mücadelenin kimler arasında geçtiği ve hangi yöntemle yapıldığı sorusunu akla getirmektedir. Mücadelenin bir tarafında meclis, hükümet, meşru bir biçimde tanımlanmış güçler; diğer tarafında ise, gizli örgütler, çeşitli gruplar, paralel yapılar, devlet içinde mevziler kazanmış bürokratik unsurlar veya cuntalar varsa, ilk grubun kazanması elbette ki milletin kazanması, ülkenin kazanması anlamına gelecektir. Burada daha da önemli olan husus, mücadeleyi devletin meşru kurumlarının, demokratik sistem içerisinde, onun meşru araçlarıyla yönetiyor olmasıdır. 

17 Aralık'tan itibaren gelişen olaylardan, demokrasinin güçlenerek çıkacağına inandığımı açıkça ifade ettim ve yazdım. Bu tahmini neye dayandırarak yaptın diye sorarsanız, durumu şöyle açıklayabilirim. Bir defa meselenin sosyolojik bir yönü var. Yani Türk toplumsal yapısı hızlı bir şekilde köylülükten çıkmakta, yüzlerce yılın tarımsal kurumları değişime uğramaktadır. 

Hesapta olmayan şey 

Bugün şehirlerin, özellikle büyük metropollerin ürettiği "toplumsal rantlar", "dinamik yoğunluk" diye tabir edilen, şehrin yarattığı ilişki sıklığının bir ürünüdür. İnsanların, paranın ve malların hareketliliğinin meydana getirdiği bu değişim hızı, Türkiye'de yeni orta sınıflar ve yeni burjuvazisinin şekillenmesine yol açmıştır. Bu durum, "resmi toplumun" karşısında "sivil alanın" genişlemesinin sosyal temellerini hazırlamaktadır. 

Türkiye'de sivilleşme dinamiği, toplumsal yapının değişme gücüne bağlıdır. Sosyal değişmeler, geleneksel sivil yapılar olan tarikat, dini grup ve toplulukların görünürlüğünü artırırken, yeniden örgütlenmelerini de mümkün kılacak bir ortam hazırlamıştır. Son yıllarda üzerinde çokça konuşulan "dini cemaatler", bütünüyle bu süreçteki "yeniden cemaatleşme" hareketlerinin eseridir. 

Burada sorun, sivil yapının öğeleri olan cemaatlerin, "demokrasiye açılımı" veya "içine kapalı yapılar" olmasıyla ilgilidir. Uzun vadede bütün sivil yapılar gibi cemaatlerin de demokratik değerleri içselleştirerek hem sivil, hem de demokrat bir nitelik taşıyacağı söylenebilir, fakat geçiş sürecinde otoriter-kapalı bir mahiyet kazanmaları şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü demokrasiyi benimsemek, akşamdan sabaha kadar, kolay olacak bir şey değildir. 

Demokrasiye karşı durmak 

Kısaca şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye'nin sivilleşme süreci "devlete karşı" sivil toplumun gücünü artırıp, demokratikleşme yönünde bir eğilime dönüşürken, bazı grupların içine kapanıp "otoriter bir örgütsel yapıya" ve tabii ki demokrasi karşıtı bir eğilime sahip olmaları mümkündür. Demokrasi kültürüne sahip olmayan, tarımsal kültür yapılardan demokrasiye geçişin bu tür çelişkileri vardır. Ancak bunlar aşılabilir meselelerdir. 

17 Aralık'ta demokratik sürecin kurumlarına karşı operasyon yapanların, demokrasinin kurum ve aktörlerine karşı bu mücadeleyi kaybedeceklerini söylerken dayandığım diğer bir görüş, Türkiye'nin orta sınıflaşmasının yarattığı çoğulculuğun,"kapalı-müphem davranış ve örgütlenmelere" karşı, toplumun tavır alacağı ve demokratik meşru mücadeleyi destekleyeceği varsayımına dayanmaktaydı. 

Orta sınıflaşma, çoğulculuk, ekonominin giderek "devletçi kapitalizmin" güdümünden çıkıp, piyasa mekanizmasının "rekabet" etkinse açılması, toplumsal zihniyeti değiştirmiştir. Bu süreç, zihniyet dünyasında birincisi meşruiyet anlayışının, ikincisi ise rasyonel düşünme kalıplarının güçlenmesine yol açmıştır. 

Başbakan Erdoğan "mücadeleyi kaybettiler" derken, sanırım meselenin bir başka boyutunu ortaya koymaktadır. Çünkü toplumsal gelişme hangi olgunlukta, hangi aşamada olursa olsun, siyaset sürecinde, sorun çözücü bir tavır alınmadan, ortaya bir mücadele koyulmadan başarıya ulaşmak mümkün değildir. 17 Aralık'tan sonra yaşanılan olaylara, Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde bir engeli daha geride bırakması olarak bakmak doğru olacaktır.