“Önce Evliya Çelebi’yi Seyahatnamesini yazarken,  Kanuni Sultan Süleyman’ı Irak seferinin minyatür çizimini heyecanla beklerken ve III. Selim’e “Divanı”nı teslim ettiğinde büyük bir onur yaşayan Galib’i düşünün. Sonra da tüm bu eserlerin tozlu ve nemli bir ortamda kolilere tıkıştırıldığını, üzerlerine yağmurla karışık kirli suların damladığını!..”

“Önce Evliya Çelebi’yi Seyahatnamesini yazarken,  Kanuni Sultan Süleyman’ı Irak seferinin minyatür çizimini heyecanla beklerken ve III. Selim’e “Divanı”nı teslim ettiğinde büyük bir onur yaşayan Galib’i düşünün. Sonra da tüm bu eserlerin tozlu ve nemli bir ortamda kolilere tıkıştırıldığını, üzerlerine yağmurla karışık kirli suların damladığını!..”

Bir büyük kütüphanenin içler acısı halini “2. Yıldız Yağması” başlığı altında, işte bu satırlarla başlayan bir yazı ile anlatmaya çalışmıştım.

Yağma, nasıl bir marifettir?
Keyif, cehalet, erdem, zanaat, intikam?

Sadece bizler miyiz geçmişine saygısızlıkta sınır tanımayan?

***

Arjantinli yazar Alberto Manguel’e bozuk bir gramafonun yanı başında tam da bu soruyu sormaya çalışmış, zırnık cevap alamamıştım. “Okumanın Tarihçisi”, sadece susmuştu.

70’lere merdiven dayamış, Kuzey İtalya’nın en büyük yazarı Ferdinando Camon ile koca bir akşam sadece bu konuyu konuşmuş, kendi ülkesi İtalya dahil gelişmiş ülkeler diye bildiğimiz coğrafyaların, kendi öz değerlerini yitirmek için neden böylesine delice bir çaba içerisinde olduğunu, kendimize dert edinmiştik.

Türkiye’den umudunu yitirmemiş olan 70’lik koca çınar, adeta insanlık için “yapmayın” diye yalvarmıştı. “Avrupalılaştıkça, değiştikçe, değerlerinizi yitirdikçe kaybedeceksiniz” demişti gecenin sonunda.

Ünlü Fransız romancı Jean-Christophe Grange ile Beyoğlu’nda tüm ara sokaklara defalarca girip çıkmış, kısa bir kahve molasının ardından aynı sokakları arşınlamaya kaldığımız yerden devam etmiştik. O Galatasaray Lisesi’nin bahçesinde saatlerce oturmuş, ben benzer bir sorunun cevabını bu ünlü polisiye romancısından almanın bin bir türlü yolunu denemiştim. Onun özeti basitti, “yarımız varlıktan, yarımız yokluktan ama hepimiz salaklıktan” gelmiştik bu konuma! Geçiştirmişti ve aslında bu konuyla -en azından o gün- ilgilenmek istemiyordu. Asıl ilgisi, aklı fikri, bitirmeye çalıştığı romanı “Kurtlar İmparatorluğu”ndaydı. Bir zaman sonra o sokakları, o bahçeyi, altında saatlerce oturduğu ağacı, o sokak lambalarını satır satır romanında tekrar dolaşmıştım. 

***

Amerika’nın anarşist eleştirmeni John Zerzan, Amerikalılardan başlayarak adeta insanlığa yazılarıyla kan kusturuyor. “Gelecekteki İlkel”de, insanın her şeyi yok eden bir yaratığa nasıl dönüştüğünü sorguluyor.

Şimdi John’a, Jean’a, Camon’a, ona veya buna kadar gitmeye gerek var mı?
İstanbul, Avrupa veya tamamıyla Dünya bir tuhaflaştı da, ya Bayburt?

***

Kale’ye ve bazı tarihi değerlere ait yeni çekilmiş fotoğraflar var elimde.  
Nasıl fotoğraflar bunlar, nasıl bir kindir bu?

Sokak lambalarının döküldüğü, bilmem kaç düşman topunun yıkamadığı tarihi surların yağmalandığı, bankların kazıldığı, korkulukların tekmelendiği, boş konakların camı-kapısı-anıları ve mümkünse tamamının çılgınca yok edildiği, değerli ne varsa hepsinin düşman bellendiği ve sadece “acı ve hüzün”den ibaret bu fotoğraf karelerinin neresindeyiz biz?

Elinde taş olan ben miyim, demir sopalı sen misin yoksa?
Bu fotoğraflarda ki hangisi biziz?

SADED; hiç yazasım yoktu güya! Konu kitaptan, eski eserden, değerli değersizden açılmıştı, öyle kapatalım. Yokluğun ve mutsuzluğun intikamını bizi biz yapan değerlerden almayalım. Yazıya, yazılı eserlere ve bilgiye saygı duyalım, hatta sığınalım. Hele geçmişimizin kodlarıysa bunlar, gözümüzden bile sakınalım. Verba volant, scripta manent… Yani söz uçar, yazı kalır… İyi ve umut dolu örnekler yok mu? Yakında...