1995 yılıydı, rahmetli kardeşim Mucip Gürbüz âni bir rahatsızlık geçirmiş, eşi aradı, ben Kocaeli’den İstanbul’a gidinceye kadar olan olur. Halamın oğlu Salih Zeki Tekin’i aradım, Salih 10 dakika sonra bana döndü, hemşerimiz Dr. Eser Alptekin’le görüşmüş, kendisini aramamı istemiş, belirtileri soracakmış Eser Bey. Aradım, anlattım, nerede oturduklarını sordu ve “Hemen Alman Hastanesi’ne gitsinler, ben de şimdi arayacağım oradaki arkadaşları…” dedi.
Öyle yaptık, Mucip o hastaneye yattı, birkaç gün içinde şifa buldu.

Eser Alptekin ismini ilk kez o zaman duydum.

Aradan 20 yıl geçti, halaoğlum Salih Zeki Tekin, emeklilik sonrası (Üsküdar Belediye Başkan Vekilliği ve Bursa Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliği ve daha birçok önemli görevler yapmıştı) başladığı hakkaklığının (hakkak, ahşap oyularak yapılan hat sanatıdır) ürünlerini sergileyecekti İstanbul’da, beni de davet etti. Gayrettepe’de bir yer. Gittim. Sergiye Salih’in Kâğıthane Belediyesindeki mühendislik yıllarından arkadaşı, o zamanki Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül destek olmuş… Güzel bir salon… Birkaç kişi var Salih’in yanında, onlarla tanıştırdı beni, birisi de Dr. Eser Alptekin. Salih, Eser Bey’e benim özelliklerimi bir çırpıda sayıyor; “Yeniçağ’ın yazarıdır, HEPAR’ın genel başkan yardımcısıdır Osman Paşa’nın yakın dostudur vb…” Memnun oluyor Eser Bey, Osman Paşa hakkında övücü sözler ediyor.

Dört beş yıl önce, Eser Bey’in annesi Hatice Alptekin Hanımefendi’nin “Ters Akıyordu Volga” adlı romanını okumuşum bir solukta ve Yeniçağ’da bir de yazı yazmışım. Eser Bey, bir şey demiyor, muhtemelen yok haberi, ben de demiyorum… Orada demedim ama şimdi o yazıyı paylaşarak Eser Bey’in ailesinin ilginç öyküsünü azıcık aktarmak istiyorum:

Bireyci felsefeyi savunan Amerikalı düşünür Ralp Waldo Emerson “Tarih yoktur, biyografi vardır” diyor. Biyografi yani yaşam öyküsü… Bu yaşam öyküleri ya da anılar, tarihe belge kadar, hatta kimi zaman ondan daha çok katkıda bulunurlar. Çünkü belgede gerekli bilgi vardır yalnızca, ayrıntı ve duygu yoktur, insanlık halleri yoktur.

İşte tam burada edebiyat girer işin içine. Yaşam öyküsü ya da özyaşam öyküsünü roman ya da öykü biçiminde sunduğunuzda belleklerde daha çok yer eder, daha çok merak ve ilgi uyandırır. Bu ilgi, ulusal bilinci geliştirir, tarih ve coğrafya anlam kazanır o vakit, coğrafya geçmişte olup bitenlerle birlikte düşünüldüğünde “vatanlaşır”. Ve tarih, vakalar yığını olmaktan çıkarak felsefesiyle, neden sonuç ilişkileriyle, geleceğe dönük akıl yürütmelerle gelir gündeme.


Bu girizgâhın nedeni, bir anı-roman… Romanın adı: “Ters Akıyordu Volga” (Dünya Yayınları). Yazarı: Hatice Alptekin… Cumhuriyetle yaşıt bir Hanımefendi… Babası Bayburtlu Tufan Çiloğlu, annesi Kazan Türklerinden (Tatarlarından) Zarife Hanım. Tufan Çiloğlu, 1914 Sarıkamış Muharebesinde tutsak düşüyor Ruslara. Tutsaklık bitiyor bir gün, bitiyor ya, dönemiyor yurduna. Yerleşiyor bir Türk köyüne, adını değiştirip Osman Naci Yusupov oluyor. Okumuş bir insandır Tufan Bey, hocadır. Köylüler seviyorlar onu öğretmen ediyorlar, bununla da yetinmiyorlar evlendiriyorlar da.

Fakat yazarın da dediği gibi “Bilinmez ki önceden yarınlar ne gelir/Durdur, o sana doğru giden kervanı durdur.”

Bolşevik Devrimi, Din Adamı avına çıkıyor. Bayburtlu Tufan Hoca’da alıyor bundan nasibini. Tutuklanıyor. Eşi Moskova’ya dek gidip onun aslında bir Osmanlı Türk’ü olduğunu ispata çalışıyor, Türk Konsolosluğunu sokuyor devreye, başarıyor sonunda. Hoca serbest kalıyor. Kalıyor ya, rahat yüzü yok. Her an diken üstündeler. 1932 yılında karar veriyorlar evcek göçecekler Türkiye’ye. Samara’da elektriği ve birçok konforu bulunan evlerini bırakıp serüven dolu bir yolculuğa çıkıyorlar. Samara nere, Bayburt nere… Türkiye düş kırıklığı onlar için, o yılların Bayburt’u katmerli düş kırıklığı. Sefilleri oynamaktalar… Hoca işsiz, tüm yük eşinin omuzlarında, horoz şekeri yapmayı biliyor, iyi ki biliyor, o şekerler onların hayatını kurtarıyor.


O yılların Bayburt’u… Halk çalışkan, dürüst, egosu olmayan insanlar, lakin savaş ve muhacirlik yaman bükmüş belleri… “Ciltli tarih kitapları gibiydi o yılların insanları” diyor Hatice Alptekin.

Ve Çoruh… Kâbus… Azıcık kabarmayagörsün sel alıyor Bayburt’u.

Sonra sonra, 1940’da Galer Mahallesine resmi imam olarak atanıyor Tufan Çiloğlu Aydın, geniş görüşlü ve yazarın deyimiyle “Allah’ı sevdiren bir Hoca”. “Yoksul mahallelerde cenneti düşlemenin zamanı geçti… Yakılmış yıkılmış yerleri cennete bizler çevireceğiz, işte ibadet budur” dediği için olacak “Tango Hoca” diyorlar Bayburtlular ona. Hatice Alptekin, o yılları şöyle özetliyor: “Birkaç yıl içinde birkaç asrı
yaşamış gibiydik… Ailemizin bütünlüğünü mazideki depremlere borçluyuz”.

Bu kitaba Yaşar Kemal önsöz yazmış, bu da kitabın değeri hakkında bir fikir verir elbet.

Kitapta Bayburt’un Cumhuriyet döneminde geçirdiği evrelere dair son derece değerli bilgiler var. Eserin kurgusu kronolojik değil, bu da romanı daha sürükleyici ve heyecanlı yapıyor. Geçenlerde milliyetçi olarak bilinen bir televizyon kanalında bir allame (!), gençlere Ayaz İshaki’nin “Üyge Taba” romanını tavsiye ediyordu. Bu romanı bendeniz 1969 yılında okumuştum. Hatice Alptekin’in bu romanı, konu itibariyle ona benziyor ama ondan fersah fersah ileride. O tavsiyeci, “Ters Akıyordu Volga”yı bilse, bana hak verirdi.


Hatice Hanımefendi, bölüm başlarına dizeler yerleştirmiş, böylece roman salt bir anlatı olmaktan çıkıp denemeye evrilmiş. İşte bu dizelerden bir demet: “Düşmanı hesapta dostu azapta/Gör de sen kendi yerini sapta/Ödül beklemeden iyilik yap da/Gör ki gönlün nasıl şad olur”

Bu kitap bu kadar değil… Okumak gerek, daha neler var neler… 

Hegel doğru demiş, bu kitapla bir kez daha anladım, “Tarihe tanıklık tarihin özü”…


Bu yazıyı yazdık, sergide tanıştık ama iş bunlarla bitmedi, yazgı bitmeyecek dedi. Dr. Eser Alptekin bu aralar karşıma sık sık çıkmaya başladı… Yok hayır, yüz yüze değil, kitaplarda ve televizyonda. Önce televizyonu diyeyim. Büyük kalecimiz ve spor yazarımız Turgay Şeren’i yitirdik geçenlerde, biliyorsunuz. Uzun yaşamının son yılları çile, yokluk ve kahırlarla doluydu Şeren’in. Fakat ölünce, bizim ölü seviciliğimiz ve ikiyüzlülüğümüz hemen sırıttı, televizyonlarda bir dolu riyakâr, övgü yarışına girdiler. Uğur Dündar, Halk TV’de bunlara veryansın etti, ikiyüzlülüklerini ve içtenliksizlerini yüzlerine vurdu. Ve Turgay Şeren’e zor günlerinde en büyük desteği beş kuruş almadan Dr. Eser Alptekin’in yaptığını uzun uzadıya anlattı. Öyle insanlıklar etmiş ki, Turgay Şeren davetli olarak Çin’e gitmiş oradan bir hediye getirmiş Eser Bey’e ve “Sana karşı çok mahcubum, senin yaptıklarının karşılığı değil, biliyorum ama lütfen bu armağanı kabul et” demiş, o da ağlayarak almış.

Ve bir kitap… Zülfü Livaneli’nin Yaşar Kemal için yazdığı bir yapıt. Adı: “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar Yaşar Kemal”. Bu kitapta da sık sık karşıma çıktı Dr. Eser Bey. Annesinin romanına önsöz yazmasının gizi de çıktı ortaya, Yaşar Kemal yakın dostuymuş meğer. Yaşar Kemal’in son evliliğinde nikâh şahidi olacak kadar yakın.

Evet… Niye yazdım Eser Alptekin’i? Bayburt, üstün yetenekli, seçkin ve sıra dışı insanlar çıkarır çokça… Çıkarır da, Bayburtlu bunlara gerekli değeri vermez. Dinden geçinenlerin, iktidar partilerinde politika yapanların ya da bürokraside yağlı yerlerde makam kapanların eteğine yapışıp, bu değerlerini iter elinin tersiyle… Öyle çoktur ki bu isimler, saysam vallahi bir sayfa tutar… Bayburtlu’nun büyük ayıbıdır bu. İstedim ki bir değerimize, iltifat ve vefa borcunu ödemiş olalım memleketimiz adına. Eser Alptekin’i yakından tanıyan biri değilim yukarıda anlattım ne kadar tanıdığımı. Örnek olmak istiyorum, ben yapayım içtenlikle, dostlukla, bir karşılık beklemeden, başkaları da yapar belki, yaklaşımındayım.

SAKIP HATUNOĞLU

O ki söz, Yaşar Kemal’dan ve Livaneli’nin o kitabından açıldı. Bu kitapta, “sözün gücüne” dair yazılanlardan da söz etmek istiyorum. Kitabın bu bölümünde karşıma bir akraba yüz çıktı. 1965-1979 yılları arasında CHP-GP ve AP’den Erzurum Senatörlüğü yapan Sakıp Hatunoğlu. Sakıp Hatunoğlu, benim anneannemin sülalesinden. Babası Haydar Bey’le, anneannemin babası Hatunoğlu Hüseyin Bey, aynı dedenin torunları… Sakıp Amca’yı ben 1960-61, o yıllarında tanıdım, Erzurum’da Karayolları 12. Bölge Müdürü idi. Evlerine de gitmiştim birkaç kez, oğlu Yavuz’la oynardık, Yavuz çok güçlü bir çocuktu, arada beni hırpalardı da… Senatörlük için CHP’den aday adayı olduğunda, babam Erzurum Tortum’da Ziraat Bankası Müdürü idi, teyzem de Narman İlçesinde ebe idi… Önseçimde bu iki ilçede de açık ara birinci olmuştu Sakıp Amca, tabii ki bunda babamın ve teyzemin de rolleri büyüktü.

Onu saygıyla anıyorum, ışıklar içinde yatsın.

Evet peki bu kitapta nasıl anlatılıyor Sakıp Hatunoğlu? Kitaptan olduğu gibi aktarayım:

“Yıl 1954… Erzurum Hasankale’de korkunç bir deprem olmuş… Cumhuriyet Gazetesi’nden genç bir gazeteci deprem bölgesinde bir ay kalıyor ve gazetesine izlenimler aktarıyor. Genç gazeteci, Yaşar Kemal. Yanında Sakıp Hatunoğlu adlı isimli bir genç dolaşıyor. Olanı biteni birlikte izliyorlar. Çadırların içinde donmuş ölüleri, katılaşmış cesetleri görüyorlar. Hatta bir gün buz gibi bir çadırda donmuş bir bebek buluyorlar. Yaşar Kemal bütün bunları benzersiz üslubuyla yazıyor. Anadolu ağıtlarıyla örüyor ve gazeteye gönderiyor. Bir süre sonra İstanbul’dan gazeteler geliyor ve Yaşar Kemal’in yazılarını okuyan Sakıp Hatunoğlu, hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Hele bebek ölümünde iyice artırıyor feryadı… Yaşar Kemal’e dönüp ‘Meğer’ diyor, ‘Biz ne korkunç şeyler görmüşüz be usta’


İşte söz sanatının gücü. Boşuna Kuran ‘Oku’ emriyle, İncil ‘Önce söz vardı’ cümleleriyle başlamıyor. Önce söz vardı, sonra ad söz olacak.”

Bunun üstüne daha bir şey denmez, hoşça kalınız denir ancak…