Yıllardan beri Hisar’ın “Yeni Yayınlar” köşesini yazan İlhan Geçer, bir akşam dergide sohbet sırasında Mehmet Çınarlı’ya, “Ben artık yoruldum, yeni yayınlar köşesini Yahya’ya bırakmak istiyorum…” diyince Çınarlı bir süre sustu…

Yıllardan beri Hisar’ın “Yeni Yayınlar” köşesini yazan İlhan Geçer, bir akşam dergide sohbet sırasında Mehmet Çınarlı’ya, “Ben artık yoruldum, yeni yayınlar köşesini Yahya’ya bırakmak istiyorum…” diyince Çınarlı bir süre sustu…

Sonra her zamanki dobra üslubuyla konuştu: “Ben Yahya’nın şiirini beğeniyorum ama, nesrini biraz zayıf buluyorum…”Yine bir sessizlik oluyor. Ben araya giriyorum: “ İlhan ağabeyin devam etmesini isterim. Ama eğer bu görev bana düşerse başaracağıma inanıyor, güveniyorum…” böylece ihale üzerime kalmış oluyor ve Hisar kapanana kadar bu işi sürdürüyorum.

Çınarlı’nın tavrından da alınmamıştım. Çünkü şiirin yanı sıra edebiyatın diğer türlerinde eser vermek gibi bir tutkum vardı ve bunu zaman gösterecekti. Bu arada derginin yazı kurulu üyesi de oluyorum. Artık yayınlanacak şiir ve yazılarda bende oy sahibi olacaktım.

Edebiyat dünyası iyiden iyiye sağ ve sol kamplara bölünmüştü. Soldaki şair ve yazarların arkasında güçlü bir basın desteği vardı. Yaygın kanaate göre de solcu olmadan şair ve yazar olunamazdı.

Yazı hayatına Hisar’da başlayıp da esen rüzgârlara kapılarak sol tarafa geçenlerde vardı. Önceleri edebiyat dergilerinde sağ-sol polemikleri de oluyorken, giderek bu da son buldu. Çünkü sol kesimin ideologları bir uzlaşma sağlamışlardı. Oktay Akbal açıkça yazıyordu: “Sağdakilerin aleyhinde bile yazmayın. Çünkü dolaylı yoldan reklamlarını yapmış olursunuz…” Mesela İlhan Geçer, Hisar’cı olmasına rağmen Varlık Dergisi’nde de yazardı. Fakat birileri Varlık’ın sahibi Yaşar Nabi’ye şart koşuyorlar: “İlhan Geçer yazarsa ben yazmam” diye. Yaşar Nabi de İlhan Geçer’e dergisinin sayfalarını kapatmış oluyordu.

Geriye dönüp baktığımızda ise 1960’lı yıllara kadar edebiyat dünyasının, görüş ve farklılıklarının yanı sıra bir bütünlük sergilediğini görebiliyorduk. Farklı anlayışlar içinde bunun bir şans olduğunu düşünmüşümdür. Fakat her şeye rağmen Hisar gibi ekol nitelikli bir dergi çerçevesinde olmaktan dolayı kendimi şanslı saymışımdır.

Sağ-sol kutuplaşmanın yanı sıra üçüncü bir çizgi olan “İslamcı edebiyat” kesimi ile de uyuşmazlıklarımız, bizi biraz yalnızlığa itmiyordu da diyemem. Çünkü belirttiğim gibi, onlar da sola yakınlaşma havası içerisindeydiler. Asker dönüşü tayin edildiğim Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nde, Necip Fazıl yolunda şairlerde Mehmet Akif İnan’la ve başka bazı “İslamcı”larla beraberdik. O sırada bu arkadaşlar, Nuri Pakdil’in çıkarmakta olduğu “Edebiyat” dergisinden kopmuşlar, “Mavera” Dergisini çıkarmaya başlamışlardı. M. Akif İnan’la iyi dosttuk. Aynı zaman diliminde yayınlanan “Çağ Sürgünü” isimli şiir kitabımla ilgileniyordu. Mavera’da bir tanıtım yazısı yayınlayacaklarını söylüyordu. Aylar geçti öyle bir yazı çıkmadı. Nihayet bir gün M. Akif İnan kendiliğinden açıklama yapma gereğini duymuş olacak ki şunları söyledi: “Kitabınla ilgili yazıyı yayınlamaktan vazgeçtik. Çünkü bir yerde Atatürk geçiyor…” Doğrusu çok şaşırmıştım. Aramızda bu derece ideoloji farkı olduğunu da görüp hayrete düşmüştüm. Çağ Sürgünü’nde yer alan “sakıncalı” mısralar şunlardı:

Mırıldanır yanık Rumeli türküsünü Kemal Paşa,
Yanık topraklar üstünden ufka doğru
Ve bir daha başlar yolumuz aşka doğru

***

Daha sonra M. Akif İnan ve arkadaşlarıyla dostluğumuz devam etmiştir. Ancak bu olayı da ben hep düşünmüşümdür. Bazen dindar aydınlardaki bu dereceye varan ayrışmayı halen içime sindirememişimdir. Benim gözümde Mustafa Kemal Paşa vatanseverliğin büyük sembolüydü. İslam’da vatanseverlik imandandı. O iman sahipleri de Milli Mücadelede Kemal Paşa’nın etrafında kenetlenmişlerdi. Mehmet Akif Ersoy da onların sembolüydü. Fikir ve dünya görüşü ayrılıklarını bir yere kadar anlamak mümkündü. Ancak vatan kavramı ve millet bütünlüğü ortak paydalardı. Nitekim ne Mustafa Kemal’in ne de Mehmet Akif Ersoy’un, birbirleri aleyhinde tek sözleri olmamıştı.

Daha sonraları bu ayrışmanın siyaset sahnesine taşındığını görecek, büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktım. Nitekim etnik ayrımcılığın bir siyaset malzemesi olarak kullanılmasını da “Milli Görüş”ün yol haritasında görecektik. Zaman ilerleyecek Necmettin Erbakan’ın ekolünden yetişenler Türkiye’de tam iktidar olacaklar, onların bu yoldaki fütursuzlukları Necmettin Erbakan’ı bile milliyetçi çizgide görmemize yol açacaktı. Bu hal, Türk Milletinin tarihi bir kırılma noktasına sürüklenmesidir. Hem de dindar Türk halkının oylarıyla. Bu bizim tarihi bir şanssızlığımızdır, yanılgımızdır, hatta milli gafletimizdir.

Bu konulara bu kitapta yeri geldikçe değinilecektir. Şu kadarını söylemeliyim ki ben hep milliyetçi bir duruşu özümsemiş, buna inanmışımdır. Fakat asla ırkçı olmadım. Çünkü kültürümüz buna karşıydı. Buna rağmen “ırkçı, faşist” karalamalarından kendimizi kurtaramadık. Çünkü milliyetçiliği mahkûm etmek için onu ırkçılıkla damgalamak kasıtlı, planlı bir kampanyaya dönüştürülmüştür. Bunun da çilesini çekecektik, faturasını ödeyecektik.    

Her şeye rağmen, edebiyat benim için sığınılacak bir limandı. O yüzden gerek ortaöğretimde gerek yükseköğretimdeki edebiyat öğretmenliklerimi çalışma hayatımın mutlu yılları sayarım. Ta ki gün gelecek, öğretmenlik mesleği, genellikle dış kaynaklı ideolojilerin etki alanına girecek ve ben de mesleğimden soğuyacaktım. Ancak yazmak idealim hep canlı kalacaktı.

1978 yılında Bülent Ecevit’in “Güneş Motel Hükümeti” diye adlandırılan iktidarı başladıktan sonra, Milli Eğitim Bakanlığı da TÖBDER’e teslim edilmiş oldu. 12 Mart Askeri Müdahalesinin ardından kapatılmış olan Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın isim değiştirmiş haliydi. 1975 yılındaki “Milliyetçi Cephe” diye adlandırılan Demirel Hükümetinin Milli Eğitim Bakanı Ali Nail Erdem’di.

Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğüne Ayvaz Gökdemir getirilmişti. Ayvaz Gökdemir’in döneminde bir şey iyiden iyiye su yüzüne çıkmıştı. Türkiye’de öğretmen kitlesi, zannedildiği gibi topyekün solda değildi, üzerindeki psikolojik baskıdan kurtulmuş, “Ben Türk Milletinin değerlerine sahibim ve ona bağlıyım…” diyebilme cesaretine kavuşmuştu. Azımsanmayacak bir oranda bunun böyle olduğu anlaşılmıştı. İşte yeni iktidar bunu içine sindiremiyordu. Yeni Bakan Mustafa Üstündağ, bu potansiyeli hallaç pamuğu gibi dağıtmaya kararlıydı. Biz de Gazi Eğitim Enstütüsü’nden alınacağımızı biliyor ve bekliyorduk.

Ocak 2013

Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...