Türkiye
’de yaşanan olaylar, demokrasi öncesi “eski rejimin” ne kadar dayanıklı olduğunu ortaya koymaya yetecek örnekler olarak değerlendirilebilir. Direnç, önce devletin içinden gelmektedir. Devletin kurumsal yapısı içinden yükselen “demokrasi karşıtı” tepkiler, hareketler, talepler bütünüyle “demokrasi öncesi yapının” değişmeden kalmasını, devam etmesi arzusunu yansıtmaktadır. Aslında bu eğilimin, içinde çelişkiler taşıdığı açıktır: Dünya ne kadar değişirse değişsin, Türkiye hangi değişim süreçlerinden geçerse geçsin eski rejimin “kurumları ve aktörleri değişmesin”demek, bizatihi bir çelişkinin ifadesidir. 


Eski rejimin dayandığı ilkeler ortadadır: Devlet, toplumdan daha önemli bir kurumdur, devletin dayandığı ideoloji, “ülkeyi ve halkı çağdaş dünyayla bütünleştirecek, çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacak” bir anlayışı ifade etmektedir. Dolayısıyla “geri bir ülkeyi ve iptidai zihniyetteki bir halkı” çağdaşlaştırmak bu kutsal devlet ideolojisine göre şekillendirmek, gerekirse onu zorla değiştirecek uygulamalar anlamına gelen “devrimleri yapmak ve bu devrimleri korumak” eski rejimin en önemli görevlerinden biridir. 

Eski rejimin adamları

Eski düzenin diğer bir kutsalı ise, devlet ve ordu arasındaki ilişkilerin “militarist ilkelere” göre işlemesidir. Bu anlayışa göre ordu, devletin merkezi kurumudur ve herhangi bir tehlike durumunda yani “kutsal anlayışa” aykırı bir hareket ortaya çıktığında, bu durum rejim açısından bir tehlike kabul edilerek ordunun duruma müdahale etmesi “iç hizmet kanunu”olsa da, olmasa da kaçınılmaz bir görevdir. 

Dikkat edilirse toplum karşısında, devleti; siyasetin (Meclis, hükümet, muhalefet, partiler) karşısında, ordunun bu rejimde ayrıcalıklı, üstün bir konumu söz konusudur. Dahası, insanlarda kafa karışıklığına sebep olanı, devletin içindeki kurumların da, başta yargı olmak üzere “zihniyet olarak” eski rejimin içinde konumlanmış, fonksiyonlarını onun ideolojisinin gereklerine göre ortaya koymaya odaklanmış olmalarıdır. 

Başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere bütün kurumsal yapıların, bu “kutsal devlet ideolojisine” onun baskı araçları olarak kendilerini konumlandıran bir algıya ve anlayışa sahip olmaları, bir arzu veya tercih sorunu değil, başından itibaren eski rejimin zihinsel ve yapısal gereklerine göre oluşmuş “elemanları” olmakla ilgilidir. 

Batılıların, Türkiye’de olup bitenlere (başka bir maksat taşımıyorsalar) dışarıdan baktıkları için, çoğu kere anlamakta zorluk çektikleri nokta burasıdır. Mesela, bu yargı anlayışının siyaset üzerindeki etkisini, onların “kuvvetler ayrımının” bir fonksiyonu olarak değerlendirmeleri, formel durumun yanıltıcı bir sonucu olarak görülebilir. 

Muhalefet açığı

Bugün, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde geldiği aşamayı, toplumsal değişmelerin yarattığı sonuçların etkisiyle halkın, “eski rejimin devletiyle” yaşadığı çelişkilere verdiği siyasal cevabın ürünü olarak görmek mümkündür. Bu aşamada halkın, muhafazakâr, sivil unsurlarının demokrasiyi inşa ederken pratik içinde demokrasiyi içselleştirdiği, kendisinin de demokratikleştiği söylenebilir. AK Parti’nin siyasi mücadelesinin buradaki rolü açıktır. 

Şimdi Türkiye’nin önünde duran mesele, muhalefetin bu sürece katılmasıyla ilgilidir. Bunun ilk adımı muhalefet partilerinin eski rejimin “zihniyet dünyasından” uzaklaşması; ikinci adımı ise, onun kurumsal yapısına, eleştirel bir tavır almasından geçmektedir. Muhalefetin, siyaset üretmekteki yetersizliğinin önündeki iki engel böylece ortadan kalkabilir. 

Bu mümkün müdür, kolay mıdır? Kolay olmadığı açıktır; fakat imkan dahilindedir.  Eğer bugün muhalefet bunu başaramazsa, ya tarihsel olarak yok olacak ya da değişime uğramak mecburiyetinde kalacaktır.