Talih Kuşu acaba yalnız insanlara mı vergi bir haslettir? Hiç sanmayız. Bahçıvanının eline düşmeyen gül ağacı, sevenin odasında şakıyamayan kanarya da talihsiz sayılır. Ya şâirler, ya bestekârlar?
Bin bir kahrın, üzüntünün, kervan yükü gam ve kasâvetin dile geldiği şiirler, besteler, şarkılar, eğer talih kuşu ile muhabbetten yoksun ise, “Gemiler geçmeyen…” deryalara gark olur gider. Yıllarca göz nuru harcar, odalar dolusu kitaplarla haşır neşir olur, divan tertibeder, beste külliyâtı çıkarırsınız da bazen tamamı uçar gider. Derler ki, Kaf Dağı'nın ardı, böyle unutulmuş Âsâr-ı Âtika ile dolup taşarmış. Yalnız bir ak güvercin, ara sıra bu taşkından bir habbe aparır, ancak kendisinin bildiği rüyâlara serpermiş de rüyâ sahibi de dile gelir, kaleme kâğıda itibâr eder, yeniden o eski serencâmı dillendirirmiş. Sonra da dönüp: "Ben mi bunu söyledim? Yoksa söyletildim mi?” hoş vesvesesine kapılırmış. Yine de gönlünün hızını kesemez: “Bir meş’aledir devredilir elden ele “Hikmetiyle gönül ehlinin, Çerâğ-ı sevdâsına kıvılcım salarmış…
Nevres Paşa, saray adamıydı. Şehzâde yanında büyümüştü, Şehzâde’nin veliaht olduğunu görmüştü. Tahta çıkışının da şâhidi idi. Demek ki, paşamızın ikbâl kapıları ardına kadar açıktı. Tahsil Enderûn’dan, mevkî saraydan.. Talih kuşu daha ne versin kişi oğluna?
Paşamız, şiire meraklıydı. Hem de ileri derecede. Bu yetmezmiş gibi, musikî’ye de meraklıydı. Merak mı dediniz? Yok efendim kelimenin eksiksiz anlamıyla Musikîşinastı. Dahası, padişahı da ressam, neyzen, piyanist ve bestekârdı. Bir yüreğe iki büyük sanatın tellerinden ilmikler atılıp, çileler dokunursa, söylenecek tek şey vardır. Vay ki vay !
Nevres Paşa, bununla da kalmayıp, keman sazına merak salmıştı. O günlerin keman üstâdı da Rıza Efendi idi. Hani, âşık olduğu câriye, başkalarına verilince, yüreğinden vurgun yiyen, üstelik câriyenin düğününde saz çalmak azâbına dûçar olan, tek çâresi, sevdâsına sitem etmek ve Hüzzam Makamı’nın şâheserlerinden birini besteleyerek ölümsüz olmak pâyesine erişen, Saray Bestekârı, Meşhur Kemânî Rıza Efendi. Buyurun beraberce bu şarkıyı terennüm edelim, sonra hikâyemizin kalan kısmına girizgâh sayalım:
Nevres Paşa, saray adamıydı. Şehzâde yanında büyümüştü, Şehzâde’nin veliaht olduğunu görmüştü. Tahta çıkışının da şâhidi idi. Demek ki, paşamızın ikbâl kapıları ardına kadar açıktı. Tahsil Enderûn’dan, mevkî saraydan.. Talih kuşu daha ne versin kişi oğluna?
Paşamız, şiire meraklıydı. Hem de ileri derecede. Bu yetmezmiş gibi, musikî’ye de meraklıydı. Merak mı dediniz? Yok efendim kelimenin eksiksiz anlamıyla Musikîşinastı. Dahası, padişahı da ressam, neyzen, piyanist ve bestekârdı. Bir yüreğe iki büyük sanatın tellerinden ilmikler atılıp, çileler dokunursa, söylenecek tek şey vardır. Vay ki vay !
Nevres Paşa, bununla da kalmayıp, keman sazına merak salmıştı. O günlerin keman üstâdı da Rıza Efendi idi. Hani, âşık olduğu câriye, başkalarına verilince, yüreğinden vurgun yiyen, üstelik câriyenin düğününde saz çalmak azâbına dûçar olan, tek çâresi, sevdâsına sitem etmek ve Hüzzam Makamı’nın şâheserlerinden birini besteleyerek ölümsüz olmak pâyesine erişen, Saray Bestekârı, Meşhur Kemânî Rıza Efendi. Buyurun beraberce bu şarkıyı terennüm edelim, sonra hikâyemizin kalan kısmına girizgâh sayalım:
Meyledip ağyârı aldın yanına
Bî vefâ hercâî yazık şânına
Âşık’ın kıymak mı kasdın cânına
Bî vefâ hercâî yazık şânına
Nevres Paşa, bu hazin kıssa’nın kahramanından keman sazını tâlim etti. Sazla beraber musikî ilminin inceliklerini de öğrendi. Bir de evet bir de Efendi’nin tek kızına vuruldu. Rıza Efendi, dayanabilir mi? Gençlerin murad alıp murad vermelerine ismi gibi rızâ gösterdi. Böylece hocasının damâdı oldu.
Artık paşamız, Enderûn’daki fasıllara katılmaya, musikî muhitlerine girip çıkmaya başladı. Ol zamanda İstanbul’da musikî sadece saray muhitinde değildi. Tekkelerde, konaklarda, Semâî kahvelerinde de canlı bir musikî hayatı vardı. Bilhassa Âşık Dertli, sarayın da teveccühünü kazanan Halk Şâirlerinden biriydi. Onun Muhayyer Divânı, her mertebedeki zevk ehlinin dilinde ve gönlündeydi.
Artık paşamız, Enderûn’daki fasıllara katılmaya, musikî muhitlerine girip çıkmaya başladı. Ol zamanda İstanbul’da musikî sadece saray muhitinde değildi. Tekkelerde, konaklarda, Semâî kahvelerinde de canlı bir musikî hayatı vardı. Bilhassa Âşık Dertli, sarayın da teveccühünü kazanan Halk Şâirlerinden biriydi. Onun Muhayyer Divânı, her mertebedeki zevk ehlinin dilinde ve gönlündeydi.
Ok gibi hûblar beni yaydan yabana attılar ,
Bilmediler kadrimi ucuz bahaya sattılar,
Neydi vaktinde güzeller bûseler vâdettiler,
Bir söz ile hâsılı bu göynümü aldattılar,
Haniya sâdık deyû methettiğin ol nev-civan ?
Haniya sâdık deyû methettiğin ol nev-civan ?
Dün gece ol dilberi bir bâdeye oynattılar.
Gördüm ol hûri sıfat ağyar ile ülfet eder,
Hasedinden Dertli’yi toplar gibi patlattılar.
Musikîmizin müstezat türüne itibar eden padişahlarımız dahi mevcuttu. Devlet erkânı, imparatorluğun sınır boylarında meydana gelen acı haberleri de dile getiren şiir ve bestelere gönüllerinde yer veriyorlardı.
O günlerde bir vefât haberi, İstanbul’da gönül ehlini ziyâdesiyle üzmüştü, sılaya kavuşmak için yola çıkan, Bayburt’lu Zihnî, yolda hakkın rahmetine kavuşmuştu. Mehmed Emim Zihnî Efendi ki, Sultan Mecid’in tahta çıkması üzerine kaleme aldığı Cülûsîye ile Hâce ünvânına lâyık görülmüştü. Yalnız, Zihnî Efendi’nin şöhreti, ne yazdığı Dîvân-ı Zihnî'ye, ne Sergüzeştnâme’sine, ne de Hikaye-i Garîbe’sine bağlı idi. Talih kuşu bir koşmasına kanat üşürmüştü. Öyle bir koşma ki, evvelleri, hâl’i ve geleceği ifâde ediyordu. Vatan ile bağlı hüzünleri anlatıyordu. Bu koşma her kesin dilinde ve ezberindeydi. Kaleme alanı ölümsüzlük mertebesine ulaştırıyordu.
Musikîmizin müstezat türüne itibar eden padişahlarımız dahi mevcuttu. Devlet erkânı, imparatorluğun sınır boylarında meydana gelen acı haberleri de dile getiren şiir ve bestelere gönüllerinde yer veriyorlardı.
O günlerde bir vefât haberi, İstanbul’da gönül ehlini ziyâdesiyle üzmüştü, sılaya kavuşmak için yola çıkan, Bayburt’lu Zihnî, yolda hakkın rahmetine kavuşmuştu. Mehmed Emim Zihnî Efendi ki, Sultan Mecid’in tahta çıkması üzerine kaleme aldığı Cülûsîye ile Hâce ünvânına lâyık görülmüştü. Yalnız, Zihnî Efendi’nin şöhreti, ne yazdığı Dîvân-ı Zihnî'ye, ne Sergüzeştnâme’sine, ne de Hikaye-i Garîbe’sine bağlı idi. Talih kuşu bir koşmasına kanat üşürmüştü. Öyle bir koşma ki, evvelleri, hâl’i ve geleceği ifâde ediyordu. Vatan ile bağlı hüzünleri anlatıyordu. Bu koşma her kesin dilinde ve ezberindeydi. Kaleme alanı ölümsüzlük mertebesine ulaştırıyordu.
Nevres Paşa da bu koşmanın meraklılarından biriydi. Ayrıca hudutlarda yine kıyâmetler kopmaktaydı. Ocaklar sönüyor, vatanlar terkediliyor, yetimler fazlalaşıyor, gazî sayısı ziyâdeleşiyordu. Böyle dertlerin fazlalaştığı günlerin birinde, Paşa, kemanı ile baş başa idi. Kendisini tamamen musikîye teslim etmişti. Her ne kadar Hicaz Makamında gezintiler yaptıysa da elindeki yay, hep Şehnaz Makamının seyirlerinde dilleniyordu. Sonunda karar verdi. Bir başka büyük kemânînin, Ali Ağa’nın Şehnaz Peşrevini, doya doya çaldı. Bu peşrev gönlü dopdolu olanlara neler söylemez ki? Nağmeler, adeta konuşur. Fısıldaşır. Cevap alır, cevap verir. Arar, aratır. Zirvelere çıkarır, vâdilere taşır. Nehirlerle coşar, masmavi göllerde sükûnet dalgacıklarıyla menevişlenir. Ezeli, ebedi ilham eder.
Nevres Paşa, iyice dolmuştu. İçinden gelen bir aranağme çaldı. Usûlü sade, saf, duru, iddiasız ama çok sağlam , kolay anlaşılan, ama ehlinin dikkatini çekecek bir aranağmeydi bu. Sonra Şehnaz’ın en üst perdesinden, davudî sesiyle uzun bir “Ah!” çekti. Şehnaz, artık naz etmiyor, keman, güfte ve bestekâr üçlüsüne gönül hasbahçesini açıyordu. Nevres Paşa’nın çözülen dili, söylüyor, yayı tutan eli , aynı sesleri kemanın tellerinde inletiyordu.
Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Nevres Paşa, iyice dolmuştu. İçinden gelen bir aranağme çaldı. Usûlü sade, saf, duru, iddiasız ama çok sağlam , kolay anlaşılan, ama ehlinin dikkatini çekecek bir aranağmeydi bu. Sonra Şehnaz’ın en üst perdesinden, davudî sesiyle uzun bir “Ah!” çekti. Şehnaz, artık naz etmiyor, keman, güfte ve bestekâr üçlüsüne gönül hasbahçesini açıyordu. Nevres Paşa’nın çözülen dili, söylüyor, yayı tutan eli , aynı sesleri kemanın tellerinde inletiyordu.
Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Câmlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sâkîler meclisten çekmiş ayağı
.
Hangi dağda bulsam ben o maralı
Hangi yerde görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylân misâli
Gitmiş dağdan dağa yoktur durağı
.
Lâleyi sümbülü gülü hâr almış
Zevk u şevk ehlini âh ü zâr almış
Süleyman tahtını sanki mâr almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
.
Zihnî dehr elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağ-ı ban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeydâ bülbül terkedeli bu bağı
Nevres Paşa, devlet işlerinden vakit bulup bir iki parçadan başka beste yapmadı. Ne beis var? Bestekârlık kudreti ayan beyan ortada. Sayısı onu geçmeyen divan türünün en güzel nümûnesi bestelenmiş. Şehnaz Makamından yapılan tek divan vücûda getirilmiş. Eser gönüllere taht kurmuş. Bestekârının ismini ebedîleştirmiş. Felek bile talih kuşunun kanat çırpmasına tebessüm etmiş. Ne diyelim, gönül ehli, şu talih denen meseli bir daha yeni baştan düşünsün derim.
Bir şeyler eksik ama ne?
Nevres Paşa, devlet işlerinden vakit bulup bir iki parçadan başka beste yapmadı. Ne beis var? Bestekârlık kudreti ayan beyan ortada. Sayısı onu geçmeyen divan türünün en güzel nümûnesi bestelenmiş. Şehnaz Makamından yapılan tek divan vücûda getirilmiş. Eser gönüllere taht kurmuş. Bestekârının ismini ebedîleştirmiş. Felek bile talih kuşunun kanat çırpmasına tebessüm etmiş. Ne diyelim, gönül ehli, şu talih denen meseli bir daha yeni baştan düşünsün derim.
Bir şeyler eksik ama ne?