"Duman almış dağın bir yüzünü… Bir yüzünde seninle bekliyorum… Gel gitme gençliğim, ömür bildiğim…" Hatıraların izinde bir muhabbet yolculuğu yapmaya karar verdiğim zaman bu mısralar geldi aklıma. Otuz yıl kadar bir zaman önce yazmıştım. Her ne kadar bazı dostlarım “Anılarını yazmak için biraz erken değil mi?” dedilerse de düşündüm ki, Allah’ın bundan sonra vereceği ömür diliminin de yazılması gerekenleri olabilir ve onları da yazabilirim.
"Duman almış dağın bir yüzünü… Bir yüzünde seninle bekliyorum… Gel gitme gençliğim, ömür bildiğim…" Hatıraların izinde bir muhabbet yolculuğu yapmaya karar verdiğim zaman bu mısralar geldi aklıma. Otuz yıl kadar bir zaman önce yazmıştım. Her ne kadar bazı dostlarım “Anılarını yazmak için biraz erken değil mi?” dedilerse de düşündüm ki, Allah’ın bundan sonra vereceği ömür diliminin de yazılması gerekenleri olabilir ve onları da yazabilirim.
Niyetin sadece anı yazmak değil fikir hesaplaşmalarına da girmek.
Aslında “Gel gitme gençliğim, ömür bildiğim” derken de sanki biraz paniklemiş olduğumu şimdi düşünebiliyorum. Bu duygunun arka planını düşündüğümde şöyle bir durumla karşılaşıyorum. Belki biraz mizacımdan birazda yetiştiğim çevrenin etkisinden olacak, ömür denen kavramı bir bütün olarak kabullenme soğukkanlılığına sahip değilmişim.
Meslek hayatıma başladığım yıllarda, tararken birkaç telinin düştüğünü gördüğüm gün saçlarımı kaybedip, kel kalacağım duygusuyla ne çok hüzünlendiğimi de hatırlarım. Oysa saçlarım halen, bütün kırçıllığına rağmen yerli yerinde duruyor.
Isparta’da kısa dönem yedek subaylık eğitimine başladığım gün oturtulduğum berber koltuğunda, kumral saçlarımın orta bir yerinde ağarmış bir tel aynadan beni selamlarken de, benzer bir hüzne kapılmıştım. O günlerde anacığımdan gelen bir mektupta şu satırlar vardı: "Oğlum diyorlar ki askere gidenlerin saçlarını kesiyorlarmış… Ben de diyorum ki onlara, Yahya’nın salarını görenler kıyıp da kesemez…” Askerlik eğitimi günlerinde yazdığım şiir “Tekmil” adını taşıyordu. Bir yerinde şu satırlar vardır;
Yoklar yüreğimi bir özlemin eli
Belki en uzağıdır bu yıldızların
Şimdi gelip seyrine durmuş,
Saçıma düşen beyazların…
Akşamları, tabur çeşmesinin yanı başındaki çimenlere uzanıp yıldızlara tekmil verip, anılardan tekmil alırken yine hüzünler sarmalındaydım. Okul bitip de hayat meydan savaşına atılmak üzere, Erzurum Gar’ından, ağaran günle birlikte trenim hareket ederken öyleydim;
Erzurum gar’ında bir tren,
Sırtına sonbaharı yükleniyor
Dalından düşmüş yaprak gibi yolcular,
Rüzgârlara boyun eğmiş, biri de ben…
Aynı şiirdeki şu iki mısradaki duygular ise, sonraki yıllarımda da hüzünler yumağına hep eşlik edecekti;
Uyuyor şimdi şehir içinde bir şehir,
Bir daha göremeyeceğim sevdiğimdir…
Okul dergi ve gazetelerinde, mahalli gazetelerde, bazı amatör şairler antolojilerinde şiir denemelerim yayınlanmıştı. Fakat gözüm yukarılardaydı.
Bir gün Divan Edebiyatı dersinde iken hocamız Sıtkı Dursunoğlu cebinden not defterini çıkararak, “375…” dedi. Ayağı kalktım. Hocam her zamanki vakur tavrıyla devam etti; “Sen şiir yazıyorsun…” Evet anlamında sessiz bir duruş sergiledim. Hocam “375” demiş adımı söylememişti. Gerçi bu O’nun genel tavrıydı ama biraz kırgınlaşmıştım. “Devrim Gazetesi’ndeki şiirini okudum. O senin şiirin olamaz…” Bu defa iyiden iyiye içerlemiştim. Konuşmama fırsat vermeden açıkladı; "O ne öyle karamsarlık, ümitsizlik, hüzün… Bu yaşın şiiri bu olamaz…”
Bu çerçevede bir şeyler daha söyledikten sonra not defterini cebine koydu., derse geçti. Hocam Sıtkı Dursunoğlu’dan o gün en iyi dersi ben almıştım. Evet hüzünden uzak kalmayacaktım, lirizmi şiirde önde tutacaktım ama yine de karamsarlığa yüz vermeyecektim.
Ekim 2011
Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek…