Kağnı arabalarının gıcırtısı Cumhuriyet caddesinde çınlıyor. Okul şapkaları başımızda, kitaplarımız elimizde, güzel bir sonbahar sabahında okul yolundayız.
Kağnı arabalarının üzeri tezek dolu; kış geliyor, bu gıcırtılar kışın habercisi. Yine kağnı arabaları kelemler ile dolu, pazara geliyorlar.
***
Okula odun ve kömür taşınıyor, sobaların yanması yakındır! Asaf Emi, hoş bir adam… Güzler yüzlü, babacan, dert ortağı, başka çalışanlarda var okulda ama o başka. O herkesi, herkeste onu sevip ve sayıyor.
Bahçe kapısında, bütün heybeti ile Ali Bağdatlıoğlu duruyor. Saygı ve korku ile karışık bir duygu ile önünden geçip, okula giriyoruz. Eğer gününde ise sınıfların baskın yemesi an meselesi! Sigara ve iskambil kağıdı araması kaçınılmaz bir son… Ali Bağdatlıoğlu hocamızın karşısında her öğrenci potansiyel suçlu olmasa bile, hatalıdır ve tokata hazırlıklı olmalıdır.
Nevin Sarıca hocamız; otoriter ve bilgili. Özellikle uygulamalı tabiat dersimiz sayesinde, yaptığımız deneyler ile kurbağa gibi hayvanların içini ve dışını detaylı bir şekilde öğreniyoruz. Nevin hocamızın da elinden cetvel eksik olmaz, otoriterdir fakat şefkatli de…
Tarih hocamız Halil Bey sünepe kılıklı, lakin aynı zamanda ‘baba’ bir insan, öğrenciler tarafından seviliyor. Hoca Mehmet’i ise anlatmaya gerek yok, pek sevilmez, fakat Bayburtlu olduğu için ‘babaların’ hatırına saygıda kusur edilmez.
Sabah gel, akşamüzeri okuldan çık ve doğru eve. Ali Bağdatlıoğlu’nun korkusundan kahveye uğramak ne mümkün!
***
Hemen hemen her kadının elinde ‘teşiler’ var. Yaz başı başlayan yün tarama ve ‘teşi’ mesaisi bitmek üzere… O yünler taranacak, iplik haline getirilecek, kapı önlerinde tatlı sohbet ve dedikodular ile yumaklar yapılacak ve çorap, eldiven, kazak hazırlığı uğraşları olacak.
Bizim gençliğimizde evlerde su olmadığı için mahalle çeşmelerinden su taşınırdı. Bu taşıma işi analarımızın ya da çocukların görevi idi. Babalar bu işler ile uğraşmazlardı.
***
Sonbaharın sona erişi hafif bir kar yağışı ile anlaşılırdı. Havalar soğumaya, sobalar yanmaya başlamıştır bile.
Analarımızın sabahın erken vaktinde namaza kalkmaları ile uyku bitmiş, kahvaltı için kavurma, tereyağı, varsa yazın kasaplara yaptırılan sucuklardan bir iki dilim ve zeytin sininin üzerine konurdu. Çoğu evde masa yerine sinilerde yemek yenirdi. Birçok arkadaşım ve çocukları hala bağdaş kurup oturmayı çok severler, bunun nedeni sini alışkanlığıdır.
Yün çoraplar giydirilir, kazaklar sırtımıza geçirilir, eski püskü palto varsa onun içine girilir, yoksa kalın ceket ile vücut ısısı dengelenir. Örülmüş yün kaşkollar kulaklarımızı örtecek şekilde boynumuza sarılır, dışarıda kar varsa pantolon paçaları çorap içerisine geçirilir ve cizlaved lastikler giyilerek evden çıkılırdı. Tüm ailelerde aşağı yukarı aynı uygulama vardı.
Kar yağmaya başlayınca Bayburt’u bir sessizlik kaplardı. O zamanlarda bugün ki gibi televizyon, internet gibi iletişim araçları olmadığı için millet akşamları ekseri evine kapanırdı. Kahveye gidenler gider, eğer ramazan kışa rastlamış ise kahvelerde tombala oynanır, sahura kadar kahvelerde vakit geçirilir, sonra eve gelinir, sahurda Allah ne verdiyse yenilir ve yatılırdı. Tabii Teravih namazları hiç kaçırılmazdı. Ramazan gecelerinde gendime pilavı ve börek sofradan eksik olmazdı. İftarlarda ise pazıdan yapılan ve herhalde Bayburt’a özgü Arabistan adı verilen yemek baş yemek olarak sofralarda yerini alırdı.
1950’li yıllarda Bayburt henüz elektrik ile tanışmamıştı. Daha doğru bir ifade ile Kefeli Un Fabrikası’ndan sağlanan, Çoruh’un buzlarının parçalanması ile savaklara yığılan buz parçalarının sık sık kesilmelere sebep olduğu ‘cereyan’ her evde yoktu.
İdare lambaları ve radyum lambası denilen lüks lambalar ile evler aydınlanırdı. İdare lambalarının islenen camları analarımız tarafından her gün temizlenir ve lamba yakma işlemi ondan sonra başlardı.
Sobalarda genellikle tezek yakılır, odun yakılır ise közleri mangala çekilir, üzeri kül ile örtülür ve mangal üstüne ‘depbe’ ile su konulur, üzeri bir örtü ile örtülür, çoluk çocuk ellerimizi bu örtü altına sokarak ısınırdık.
Sobalar devamlı yanmaz, idareli hareket edilirdi. Yoğun kar yağdığında delikanlılar –yani bizler-, kürekler ile bacalara çıkar, karları kürer, sonra bacaları ‘loğlardık’…
Kısaca kış maceralarımız bunlar idi ve herkesin yaşamı bu doğrultuda idi.
Yazıyı uzatmak, detaylara girmek hikaye veya roman yazmayı doğuracağı için kısa ve öz olarak, kış günlerinde Bayburt işte bu manzaraları yansıtırdı.
Kağnı arabalarının üzeri tezek dolu; kış geliyor, bu gıcırtılar kışın habercisi. Yine kağnı arabaları kelemler ile dolu, pazara geliyorlar.
***
Okula odun ve kömür taşınıyor, sobaların yanması yakındır! Asaf Emi, hoş bir adam… Güzler yüzlü, babacan, dert ortağı, başka çalışanlarda var okulda ama o başka. O herkesi, herkeste onu sevip ve sayıyor.
Bahçe kapısında, bütün heybeti ile Ali Bağdatlıoğlu duruyor. Saygı ve korku ile karışık bir duygu ile önünden geçip, okula giriyoruz. Eğer gününde ise sınıfların baskın yemesi an meselesi! Sigara ve iskambil kağıdı araması kaçınılmaz bir son… Ali Bağdatlıoğlu hocamızın karşısında her öğrenci potansiyel suçlu olmasa bile, hatalıdır ve tokata hazırlıklı olmalıdır.
Nevin Sarıca hocamız; otoriter ve bilgili. Özellikle uygulamalı tabiat dersimiz sayesinde, yaptığımız deneyler ile kurbağa gibi hayvanların içini ve dışını detaylı bir şekilde öğreniyoruz. Nevin hocamızın da elinden cetvel eksik olmaz, otoriterdir fakat şefkatli de…
Tarih hocamız Halil Bey sünepe kılıklı, lakin aynı zamanda ‘baba’ bir insan, öğrenciler tarafından seviliyor. Hoca Mehmet’i ise anlatmaya gerek yok, pek sevilmez, fakat Bayburtlu olduğu için ‘babaların’ hatırına saygıda kusur edilmez.
Sabah gel, akşamüzeri okuldan çık ve doğru eve. Ali Bağdatlıoğlu’nun korkusundan kahveye uğramak ne mümkün!
***
Hemen hemen her kadının elinde ‘teşiler’ var. Yaz başı başlayan yün tarama ve ‘teşi’ mesaisi bitmek üzere… O yünler taranacak, iplik haline getirilecek, kapı önlerinde tatlı sohbet ve dedikodular ile yumaklar yapılacak ve çorap, eldiven, kazak hazırlığı uğraşları olacak.
Bizim gençliğimizde evlerde su olmadığı için mahalle çeşmelerinden su taşınırdı. Bu taşıma işi analarımızın ya da çocukların görevi idi. Babalar bu işler ile uğraşmazlardı.
***
Sonbaharın sona erişi hafif bir kar yağışı ile anlaşılırdı. Havalar soğumaya, sobalar yanmaya başlamıştır bile.
Analarımızın sabahın erken vaktinde namaza kalkmaları ile uyku bitmiş, kahvaltı için kavurma, tereyağı, varsa yazın kasaplara yaptırılan sucuklardan bir iki dilim ve zeytin sininin üzerine konurdu. Çoğu evde masa yerine sinilerde yemek yenirdi. Birçok arkadaşım ve çocukları hala bağdaş kurup oturmayı çok severler, bunun nedeni sini alışkanlığıdır.
Yün çoraplar giydirilir, kazaklar sırtımıza geçirilir, eski püskü palto varsa onun içine girilir, yoksa kalın ceket ile vücut ısısı dengelenir. Örülmüş yün kaşkollar kulaklarımızı örtecek şekilde boynumuza sarılır, dışarıda kar varsa pantolon paçaları çorap içerisine geçirilir ve cizlaved lastikler giyilerek evden çıkılırdı. Tüm ailelerde aşağı yukarı aynı uygulama vardı.
Kar yağmaya başlayınca Bayburt’u bir sessizlik kaplardı. O zamanlarda bugün ki gibi televizyon, internet gibi iletişim araçları olmadığı için millet akşamları ekseri evine kapanırdı. Kahveye gidenler gider, eğer ramazan kışa rastlamış ise kahvelerde tombala oynanır, sahura kadar kahvelerde vakit geçirilir, sonra eve gelinir, sahurda Allah ne verdiyse yenilir ve yatılırdı. Tabii Teravih namazları hiç kaçırılmazdı. Ramazan gecelerinde gendime pilavı ve börek sofradan eksik olmazdı. İftarlarda ise pazıdan yapılan ve herhalde Bayburt’a özgü Arabistan adı verilen yemek baş yemek olarak sofralarda yerini alırdı.
1950’li yıllarda Bayburt henüz elektrik ile tanışmamıştı. Daha doğru bir ifade ile Kefeli Un Fabrikası’ndan sağlanan, Çoruh’un buzlarının parçalanması ile savaklara yığılan buz parçalarının sık sık kesilmelere sebep olduğu ‘cereyan’ her evde yoktu.
İdare lambaları ve radyum lambası denilen lüks lambalar ile evler aydınlanırdı. İdare lambalarının islenen camları analarımız tarafından her gün temizlenir ve lamba yakma işlemi ondan sonra başlardı.
Sobalarda genellikle tezek yakılır, odun yakılır ise közleri mangala çekilir, üzeri kül ile örtülür ve mangal üstüne ‘depbe’ ile su konulur, üzeri bir örtü ile örtülür, çoluk çocuk ellerimizi bu örtü altına sokarak ısınırdık.
Sobalar devamlı yanmaz, idareli hareket edilirdi. Yoğun kar yağdığında delikanlılar –yani bizler-, kürekler ile bacalara çıkar, karları kürer, sonra bacaları ‘loğlardık’…
Kısaca kış maceralarımız bunlar idi ve herkesin yaşamı bu doğrultuda idi.
Yazıyı uzatmak, detaylara girmek hikaye veya roman yazmayı doğuracağı için kısa ve öz olarak, kış günlerinde Bayburt işte bu manzaraları yansıtırdı.