İldeniz Kurtulan’ın “Amcam Hamlet” adlı romanının arka kapak yazısındaki bir tümce Türkiye Türkleri’nin Azerbaycan’a olan yakınlığını ya da uzaklığını en çarpıcı biçimde ortaya koyar: “Azerbaycan; türkülerine bunca yakın, tarihine ise onca uzak olduğumuz ülke”

Yalnız tarihine mi? Azerbaycan edebiyatına da, tarihine uzak olduğu kadar uzaktır Türkiye Türkleri… 

Biz bu yazımızda o edebiyattan söz edeceğiz.

Azerbaycan, Oğuz Türklerinin yerleştiği alanının doğusunda yer alır. Oğuz yerleşim alanının batısını ise eski Osmanlı coğrafyası oluşturur. Bu olgunun doğal bir sonucu olarak bir Oğuz Türkleri/Oğuz Türkçesi Edebiyatı gelişmiştir. Bu edebiyatın iki kolundan biri Türkiye biri de Azerbaycan edebiyatlarıdır. Oğuz Türkçesi Edebiyatının iki kardeşinden biri olmasına karşın, Tarihsel sebep ve süreç dolayısıyla, bu iki kardeş edebiyat arasında farklılaşmalar ve değişmeler de kaçınılmaz olmuştur.

14. yüzyıldan itibaren bir Azerbaycan Türkçesi’nin oluştuğu ve geliştiği görülür. 14. Yüzyılda yörede hüküm süren Celayirliler’in (İlhanlılardan sonra Azerbaycan ve Irak’ta egemenlik kuran Türkleşmiş Moğol hanedanı) sarayında egemen dil Azerî Türkçesi idi. Sultan Ahmet bin Üveys ve ünlü besteci Abdulkadir Meragi, Türkçe’nin devlet nezdinde gördüğü bu itibar sebebiyle, şiirlerini bu Türkçe ile yazdılar. 15. yüzyılda Karakoyunlu ve Akkoyunlular’ın saraylarında da yine o devrin Oğuz Türkçesi olan Azeri Türkçesi, devlet ve edebiyat dili olarak, baç tâcı edilmekteydi. Karakoyunlu Hükümdarı Cihanşah; Akkoyunlu Hükümdarları Yakup, Ömer, Ruşeni ve Hatibi, bu dönemin önde gelen şairleriydiler. Safeviler döneminde de Azerbaycan Türkçesi ağırlıktaydı. Safevi –Türk Hükümdarı Şah İsmail, Hataî mahlasıyla hem klasik şiir, hem de halk tarzında ürünler vermekteydi. Dede Korkut Hikâyeleri de, bütün Oğuz boylarında olduğu gibi, Azerbaycan Türkleri arasında da söylenip anlatılıyordu. Türk Dünyası’nın büyük şairi Fuzûlî, Irak Türkmenleri’ndendi (Bayat Boyundan). Şiirlerini bundan dolayı, Azerî Türkçesi ile yazdı. Azerbaycan Türkleri’nin ona sahip çıkmasının sebebi budur. Aslında, Şah Hataî, Fuzûlî ve İmadettin Nesimi hem onların, hem bizimdir. Tıpkı; Dede Korkut, Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Karacaoğlan, ve Köroğlu’nun, tüm Türk Dünyası’nın ortak değerleri olduğu gibi. Azerbaycanlı kardeşlerimiz, bu durumu şiirle de dile getirmişlerdir: “Köroğlumuz at oynatır sizin dağda bizim dağda/Âşık Veysel saz elinde Elesger’in sorağında”. Bu arada bir bilgi olarak ekleyelim: Türkiye’de birçok mezarı bulunan Yunus Emre’nin iki mezarı da Azerbaycan’ın Kıpçak ve Hınalık adlı köylerinde var.

1813 Gülistan ve 1828 yılında yapılan Türkmençayı Antlaşmalarının Azerbaycan tarihinde olduğu gibi, Azerbaycan edebiyatında da önemli bir yeri ve etkisi vardır. Bu antlaşmalar, siyasal ve sosyal alanda olduğu gibi, edebi bakımdan da bir kırılma ve ayrışmanın başlangıcı olmuştur. Bu antlaşma ile Azerbaycan, Çarlık Rusyası ile İran arasında paylaşılıp ikiye bölünüyordu. Artık, Aras Nehrinin kuzey ve güneyinde iki Azerbaycan vardı. Kuzey’deki Azerbaycan’da, Apşeron Yarımadası ve Bakû’da petrol vardı bol miktarda. Petrol açısından ilklerin merkezi oluyordu Bakû. İlk rafineri Bakû’da, tankerle ilk petrol taşıma, ilk petrol boru hattı Baku’dan oluyordu. Bu petrol büyük bir zenginlik getiriyor, o günlerde feodaliteyi yaşayan çevre ülkelerin ortasında kapitalizm aşamasına geçmiş bir bölge doğruyordu. Yabancı ve yerli yeni bir burjuvazi vardı artık Bakû’da. ve bu burjuvazi ile birlikte yeni bir işçi sınıfı da… Baku, 1914’te Azerbaycan fehlelerinin bir grevine sahne oluyordu. Her iki Azerbaycan’da da (ağırlık Kuzey Azerbaycan) bu tarihlerden başlayarak Sosyalist ve Türkçü akımlar (Laiklik ve Cumhuriyetçilikle birlikte) gelişiyor, taraftar topluyordu. Rus Okulları’nda görülen batılı anlamdaki eğitimin de bu uyanıştaki etkisi yadsınamaz elbette. Bu dönemde bir yandan diğer Türk toplulukları ile temas sağlanırken, Osmanlı aydınları ile de edebi ve fikri ilişkiler kurulmuştur. Sözgelimi Hüseyinzade Ali Bey, Bakü’de yayımlanan Füyuzat (feyizler demek) adlı dergide yazdıklarıyla bizim Servet-i fünun akımına koşut bir Füyuzat Edebiyatı yaratmıştır.

Yine Türkçü ve Türkçeci olmakla birlikte, daha gerçekçi, daha materyalist biz çizgi izleyen ve Azerbaycan Edebiyatında silinmez izleri bulunan iki yayın organı daha vardır. Bunlardan biri “Şerg-i Rus” gazetesi, diğeri de “Molla Nesrettin” dergisidir. Şerg-i Rus Gazetesi, 1903 yılında Memmed Ağa Şahtahtınski tarafından çıkarıldı, birçok tanınmış Azerbaycanlı yazara kucak açtı, nicelerinin yetişmesine de katkıda bulundu.

Tam burada, çok önemli bir edebiyatçının adını anmak gerekecektir. Bu edebiyatçı Mirze Fethali Ahundzade’dir (1812-1878). Ahundzade, Türk-İslam dünyasının ilk tiyatro okulunu Azerbaycan’da kuran önemli bir aydındır. Azerbaycanlı edebiyat araştırmacısı Hüseyin Baykara, Ahundzade’nin “19. yüzyılın Azerbaycan medeniyetine bahşettiği en büyük kişilik” olduğunu belirtiyor.

Mehmet Emin Resulzade’nin saptamaları da aynı koşutlukta: “Klasik edebiyatımız için Fuzuli ne ise, çağdaş edebiyatımız için de Mirze Fethali odur. Müslüman dünyasının bu ilk dram yazarına Avrupalı tenkitçiler ‘Şarkın Molyeri’, Ruslar da ‘Gogol’u diyorlar. Mirze Fethali’nin piyesleri sade halk dilinde yazılmıştır. Bu piyeslerde karakterler hayatın içinden alınmıştır. Burada ortaçağ feodal cemiyetinin çürümesi, adetlerin geriliği, alim görünenlerin safsatacılığı, kara cehaletin mevhumat ve taassup ile bağdaş olması canlı şekilde tasvir ve amansızca tenkid edilir”.

Ahundzade. 6 adet komedi yazmıştır, oyunları; İngilizce, Rusça, Almanca, Gürcüce, Ermenice, Farsça ve Fransızca’ya çevrilmiştir.

Ahundzade, 1857 yılında o zamanlar kullanılmakta olan Arap ABC’sinde kimi düzenlemeler yaparak daha kolay okunabilir bir duruma getirirse de, bu çalışma sırasında Türkçe’ye en uygun ABC’nin Latin ABC’si olduğunun farkına varır. Buna ilişkin bir taslak düzenler ve 1863 yılında İstanbul’a gelerek taslağını, ilericiliği ile tanınmış Fuat Paşa’ya yapıtları ile birlikte sunar. Yazık ki, Türk Dünyasının gerilikten kurtaracak bu öneri Osmanlılarca geri çevrilmiştir.

(1875’de Hasan Bey Zerdabi, Ekinci Gazetesi’ni kurdu. Türk Dünyasının ilk gazetesi)

Azerbaycan’ın gerçekçi nesrinin kurucusu olarak da kabul edilen Mirza Fethali Ahundzade'nin “Aldanmış Kevakib” adlı eseri, yazarı tarafından povest (kısa roman, anlatı) olarak adlandırılsa da, birçok Azerbaycanlı araştırmacı tarafından roman türünün ilk eseri olarak kabul edilir. Konusunu İskender Bey Münşi'nin yazdığı Tarih-i Alemara-yı Abbasi adlı tarih kitabından alan bu eser 1857 yılında kaleme alınmıştır. “Aldanmış Kevakib“, “Hikaye-i Yusuf Şah'ın Vak'ası”, Şah Abbas zamanında İran'da geçer. Bir gün Şah Abbas'a müneccimler bir felakete uğrayacağını haber verirler. Bundan kurtulabilmek için de birkaç günlüğüne Şahlığı bırakmasını tavsiye ederler. Şah bunu kabul eder ve kısa bir müddet için Yusuf adlı bir saracı şahlığa getirir. Saraç Yusuf halktan biridir bu yüzden önceki Şahlar gibi zulmetmez. Halk şehrin kapılarında parçalanmış insan cesetleri görmez. Birkaç günlüğüne ülkede hürriyet ve barış hüküm sürer. Zulme ve azaba alışan halka Yusuf'un bu davranışları garip gelir. Birkaç gün sonra beklenen felaket gerçekleşmeyince durumdan hoşnut olmayan Şah’ın adamları Yusuf 'u öldürüp Şah Abbas'ı yeniden tahta geçirirler. Böylece eser halkın mağlubiyetiyle biter.

Bu eserde Mirza Fethali Ahundzade devletçilik, demokrasi, hürriyet, adalet gibi siyasi ve sosyal fikirlerini kahramanları vasıtasıyla ifade etmeye çalışmıştır. Bu yapıtla Azerbaycan edebi nesri yeni ve büyük bir aşama kaydetmiştir.

Ahundzade, büyük bir Türkçü olduğu halde, din’e karşı olan tutumu yüzünden ülkemizdeki Türkçüler tarafından yeterince ilgi görmemiştir.

Azerbaycan Türkleri arasından yetişmiş önemli bir yazar ve aydın da Celil Memmed Kuluzade’dir. Kuluzade kaleme aldığı tiyatro yapıtlarıyla Azerbaycan tiyatrosunun gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Nahçıvan tiyatrosu onun eseridir desek abartmış olmayız. Kurucusu ve başyazarı olduğu “Molla Nasrettin” adlı gülmece dergisi, Tiflis, Tebriz ve Bakû’da yayımlandığı 25 yıl boyunca, edebi bir ekol olmuş, halk arasında büyük ilgi görmüştür. Dergi, birçok ünlü edebiyatçıyı da gün yüzüne çıkarmıştır. Molla Nasrettin Dergisi, “İdareye gönderilen mektup ve makaleler açık, Türk dilinde yazılmış olmasalar, çap olunmayacaktır” uyarılı duyurusuyla da öz Türkçeciliğin de Azerbaycan’da öncüsü olmuştur. 1869-1932 yılları arasında yaşamıştır Celil Mehmed Kuluzade. 1909 yılında yazdığı “Ölüler” adlı komedisi hıncahınç dolu salonlarda oynanmış, kendisine büyük ün kazandırmıştır. Müslüman toplumun, yaşayan ölü olduğunu estetik biçimde karakterize eden eser, sahnelendiği bütün Türk illerinde fırtınalar kopardı. Mirze Celil’in (Mirza ünvanı Bey anlamına geliyor) karşıtları, bu yapıtından ve Molla Nasrettin Dergisi’ndeki sivri ve alaycı üslubundan dolayı kendisini ölümle tehdit ettiler, ölümüne fetva bile çıkardılar. Ancak o bütün bunlar aldırmadan yoluna devam etti. Çağdaş Azerbaycan Edebiyatına yeni soluklar, yeni ufuklar, yeni söylemler getirdi.

Mirze Celil’in oyunların yanı sıra çok sayıda öyküde yazmıştır. Öyküleri de oyunları kadar güzeldir. Azerbaycan gerçekçi öykücülüğün de öncüsü odur. Mirze Celil’in en çok ilgi gören öyküsü “Danabaş Kendinin Ehvalatları” adını taşır.  Satirik-ironik bir üslupta yazılmıştır. Bu yapıtta Kuluzade, Mehemmed Hesen Emi adındaki kişinin Kerbela ziyaretine gitmek için aldığı eşeğin kaybolmasıyla gelişen olaylar dizisini öyküler. Ancak eşeğin kaybolması bu romandaki olayların görünür yanıdır. Yazar aslında içinde yaşadığı toplumu iğnelemek, silkelemek, sarsmak, böylece uyandırmak istemektedir. Mehemmed Hesen Emi, roman boyunca her şeyi kaza ve kadere bağlar, katıksız bir mümin, mümin olduğu kadar da cahildir o. Cahilliği yüzünden, Kerbela’ya gidememesinin sebebini alın yazısı olarak algılar. ( oysa eşek kaybolmamıştır, bir güvenlik görevlisi tarafından çalınmış, ilçede satılmıştır. O görevli, eşeğin parasıyla nikâh masraflarını karşılamıştır). Mehemmed Hesen Emi, o dönemin ortalama Azerbaycan insanıdır. Cahil, bağnaz, olduğu kadar da saf ve kör…

O yıllarda Osmanlı Türkiyesiyle edebi ilişkilerse hep sürmüştür. Türkiye’de okuyan, o dönemin ünlü Türkçü aydınlarından Hüseyinzade Ali Bey’in şu şiirinde, o günün dertleri ile aydının ıstırabı açıkça görülmektedir.

Ucundadır dilimin
Hakikatın bu yükü
Bilir misin cühela
Ne ettiler vatana
Ne koydular uyuya
Ne koydular uyana.
Durur bila hareket
Reva mı bir diriye
Ne gitmede ileri
Ne dönmede geriye.
Aduv kırar kapıyı
Biz evde bîhaberiz
Ne başka başkalarız
Ne ittihat ederiz.
Ayıltmadı kalemim
Şu Türk ile Acem’i
Ne koydular yazayım
Ne kırdılar kalemi.

Bu şiir, Türkiye Türkçesi’ne yakınlaşma çabalarını göstermesi açısından da önem taşımaktadır. Bu çabalar, Stalin’in baskıcı rejimine dek sürecek, Stalin, bu çabaları Pan Türkizm olarak niteleyerek şiddetle cezalandıracak, Türk kökenli halkların dil bakımından Türkiye’ye yakınlaşma çabaları, hem sözcük yasaklama yoluyla, hem de ağız araştırmaları desteklenerek engellenmek istenecektir. Azerbaycan da bu durumdan fazlasıyla etkilenmiştir. Bizde, zaman zaman dozu kaçırılan dil özleştirmeciliğinin de -bilmeyerek de olsa- buna katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Böylece, Büyük Atatürk’ün, SSCB bünyesinde kalan Türk halklarıyla yürütülecek ilişkilerin olmazsa olmazı olarak gördüğü  “Dil ve Tarih Köprüleri” yıkılmak istenmiştir.

O köprüler sevgiyle, özenle atılmıştı oysa. Her Türk şairi bir Azerbaycanlı şaire el vermişti. Abdulhak Hamid, Hüseyin Cavid’in; Namık Kemal, Muhammed Hadi’nin, Mehmet Emin Yurdakul ise Ahmet Cevad’in manevi babası olmuşlardı.

Bu yadsınamaz güzel olguyu böylece belirttikten sonra, yine tarihi gelişime koşut olarak sürdürelim Azerbaycan Edebiyatına ilişkin tespitlerimizi. 1918 yılında Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ve amcası Halil Paşa komutalarında Azerbaycan’a giren Kafkas İslam Ordusu, Azerbaycan Türkleri’ni hem Ermeni katliamından, hem de Alman ve İngiliz emperyalistlerinden kurtarmıştır. Hüseyinzade Ali Bey, o günlerde Gence’de yazdığı bir makalede şöyle diyordu: “Bugün bütün cihanı sarsmakta olan ve yekdiğerine tesadüm (vuruşma) ederek ortalığı hercümerç eyleyen üç mühim cereyanın; yani emperyalizm, nasyonalizm ve sosyalizm cereyanlarının en feci saha-i faaliyeti Kafkasya ve bilhassa Azerbaycan oldu, orası bir cehennem döndü. Oradaki kardaşlarımız bütün bu muhtelif yakıcı, yıkıcı, ezici cereyanların altında sersemledi, ne yapacağını şaşırdı, muhakemesini kaybetti. Osmanlı Türk’ü imdada yetişmese idi mahvolup gidecekti. Fakat onun mahvolması ile Anadolu da tehlikeye düşecekti. Azerbaycan’ı kurtaran Anadolu, kendi kendini de kurtarıyor, buna şüphe etmeyiniz! Derler ki dağ dağa kavuşmaz ise insan insana kavuşur.! Hayır, tarihin öyle anları vardır ki, dağ da dağa kavuşur, bugün Erciyes Dağı, Kaf Dağı’na kavuşuyor ve kavuştukça da yükseliyor”.