Müsvette dosyalarında tam tamına altı yazı daha var!
 

Bu öküz, bana yıllar yılı merak olmuş. Hakkında yeni bilgiler aldıkça ben de yazıları değiştirmişim. Bu son yazı olur sanırım.

Belli de olmaz ya?  Bakarsınız, öküzün başka bir meraklı hikâyesi ortaya çıkar!

En son gördüğüm öküz heykeli evlere şenlikti. Eskiden medrese olan şimdilerde bir vakıf tarafından kullanılan yapının tam önüne dikilmiş.

Açık çağla yeşili. Çirkin mi çirkin. Bari üstüne siyah veya kahve rengi boya sürülseydi. Çirkinliği kapanırdı. O da yapılmamış.

Pazarlarda satılan plâstik ucuz leğen, lâzımlık veya el tası, çiçek saksılarının yapıldığı, çöplüklerden toplanıp yeniden izbelerde kullanılan plâstikten yapılmıştı bu öküz. Üstelik, Altıyol’daki öküzün çok kötü bir kopyası idi.

Beni meraklandıran husus, acaba bu plâstik öküz nasıl yapılmıştı. Eğer kalıp yapıldıysa, bu kadar büyük kalıp yapmak çok zor bir iştir ve zahmete değmez. Başka türlü de, yapımı mümkün olmaz.

Yazıyı yazarken birden aklıma geldi. Bu plâstik öküzden sanki Anadolu’daki bir üniversitenin bahçesinde de görmüştüm. Üstelik sarı yaldız boya ile boyanmıştı. Plâstik olduğunu da şöyle anlamıştım. Bir gün parmağımı bükerek heykele vurdum."'A? tın tın’la tan tan" arası bir ses duydum. Metal olmadığını o zaman anlamıştım. Çünkü her şey aklıma gelirdi de bu sevimsiz maddeden, heykel yapılacağı aklıma gelmezdi.  

Kurnazın biri, işi serî imâlâta dökmüştü anlaşılan. Eh, hep müziğin arabeski olacak değil ya? Bu da heykel sanatının arabeski olur.  Yarın  öbür gün, büyüklerimizin  serî  imalât plâstik  heykelleri  ortalığı kaplarsa, ortaya çıkan manzarayı hep beraber temaşa ederiz.

Bu öküz heykeli ile -aslında boğa heykeli, küçükken bulunduğum kasabada tosun denirdi- ilk defa Spor ve Sergi Sarayı’nın yanında karşılaşmıştım.

Demokrat  Parti  zamanıydı.  O  zaman  için  çok  önemli  olan  Sanayi Sergisi  açılmıştı.  Gururluyduk. Kendi  yaptığımız  asansörlerle inip  çıkmıştık. Teknik üniversitede yapılan  bir  televizyon alıcısını gururla  seyretmiştik.  Kömür  sanayiimizi  simgeleyen tünellerde  dolaşmıştık.  Münir  Bey’in  plâklarını seslendiren hoparlörlerden.

“Esir—i  zülfünüm  ey  yüzü  mâhım /  Gece  doğmuş  benim  baht—ı  siyâhım”


Şarkısını  hem  de  iki  kıt’a  olarak  dinlemiştik.

Öküz  heykeli, binanın  deniz  tarafındaki  köşesine yerleştirilmişti.  Kafası  Harbiye  binasına, kuyruğu denize bakıyordu.  Kafasını  eğmiş , karşısındakini  süsmeğe hazırlanan boğa  pozunda  yontulmuştu. Yolum  o  tarafa  düştükçe  gider etrafında  dolanırdım.

Askerlik, doğu hizmeti derken bir kaç yıl İstanbul dışında kaldım. O arada, gazetelerden birinde -sanırım Rıfat Ilgaz yazmıştı- “Don Kişot İstanbul’da” adını taşıyan mizâhî bir hikâye çıktı. O hikâyede benim öküzün de adı geçiyordu geçmesine ama tarif edildiği yer başkaydı. Güzel Sanatlar Akademisi’nin önü anlatılıyordu.

İstanbul'a  gelir  gelmez, Akademi’nin  önüne  koştum.  Doğru, bizim  öküz, entel ressam adaylarını, tuhaf kıyafetli, bereli, kadife  yakalı, mutlaka pipolu ve dahi çeyrek sakallı sanatçıları  kesiyordu.

Neyse  canım, eski  yeri  hayli  ıssız  sayılır.  Burası  daha kalabalık  ve  cıvıl  cıvıldı.

Gel  zaman  git  zaman  öküz  yeni  yerinde  kaldı.. Kadıköy İskelesi'nin  karşısında  bir  Etibank  şubesi vardı.  Bizim  öküze orada  da  rastlamayayım  mı? Yine hırslı kafası yere eğik, tosun  tosun  kuyruk sallıyor, gemilerden  çıkanlara, “Ben  burdayım, na’ber?”  diyordu.

Yıllarca orada kaldı, fakat Etibank binası tamamen  kaldırılınca, öküz, Kaymakamlık  binasının  önüne dikildi. Üç yıl, belki de beş yıl o vaziyette kaldı. Kadıköy Emniyet Müdürlüğü de aynı binada olduğu için, bizim tosun, yakalanan  yüzlerce  suçluyu seyretti  durdu.

Kadıköy  ve  çevresi  durmadan  değiştirilir  ya?  Bu  düzenlemelerden birinde, öküz  Altıyol’a  kaldırıldı. Bu  zaten  daracık  ve  çok kalabalık  yere  hangi  akıla getirildiği meçhul. Düzenleme  adı altında  iyice   daraltılıp, bir  de  Bahariye  tarafına, be-te-be li  çirkin  mi  çirkin, suyun  bile güzelleştiremediği, inşaatına kim bilir  kaç  kasa  para harcanan, havuz  müsvettesi  yapılınca, öküzün  görüntüsü  de nasibini  aldı. Eğik  kafası, sanki  utancını gizlemek istiyormuş duygusunu yansıtıyor insana. Ayrıca tosuncuk, sıradan, fazla özelliği olmayan bir nesne durumuna  düştü.

Demek ki, heykel bile, mekânına göre kıymetlenirmiş.

Üç dört yıl evvel, bu heykel hakkında bir yazı çıktı.

Meğerse, bu  heykelden  tam  tamına  sekiz  tane  var  imiş!  Bir Macar, Abdülaziz’e  yapmış  bu  tunç boğa  heykellerini.  Bir  veya ikisi, İstanbul’da  oraya buraya  itilip kakılıyor.  Def—i  belâ kabilinden  bir yerlere  dikiliyor.  Altıyol’daki  şimdiki  yerinin de değişeceğinden  yüzde  yüz  eminim. Zaten  biraz  da onun için acele  ettim.  Bari hikâyemi  yazayım  da, ne  olur  ne  olmaz. Bakarsınız, “Beylikdüzü  Boğası” olur. Yahut  “Kurtköy  Tosunu!”

İdealtepe / 2 Ocak 2003